Emirdağ Lâhikası | Mektup 387 | 464
(462-466)
KISA BİR TERCÜMESİDİR

Şimdi bundan kırk bir sene evvel ve eski harb-i umûmînin az evvelinde başlamış olduğu İşârât-ül İ’caz’ın ifadet-ül meramında diyor ki:

Mâdem Kur’ân-ı Mu’ciz-il Beyân, ulûm-u hakîkiyenin envaına câmi’ ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor. Çünkü bir ferd pek nâdir olarak kendi husûsi meslek ve meşrebinin te’sirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun husûsi meşrebi te’sir ettikçe tam tamına hakîkati sâfî olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve ma’nası ona hastır. O ferd onu kabûl eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhur-u ulema onun fehmini kabûl ile başkalara şümulünü gösterse, o vakit başkasını o ma’naya dâvet edebilir ve hakîki tam tefsir olabilir. Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartiyle) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma’ o hükmü tasdik etsin. Nasıl ki ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden ma’nevî anarşiliği kaldırmak için gâyet, lâzımdır ki; ulema-i muhakkikînden bir hey’et-i âliye bulunsun ki, o hey’et umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadiyle ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icma’-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma’ ile şer’an düstûr olabilir. Ve icma’ın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor. Aynen onun gibi lâzımdır:

Kur’ânın ma’nalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin cem’i, hem zamanın çalkamasiyle ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’ân’ın hakîkatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkikîn-i ulemadan herbiri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden müteşekkil bir hey’et bu vazifeye sâhib çıksın.

Elhâsıl: Kur’ân’ı tefsir edene lâzım gelir ki; gâyet âlî bir deha ve nüfuzlu derin bir ictihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sâhibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat, ancak bir şahs-ı ma’nevî olabilir ki; o şahs-ı ma’nevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telâhukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikasından ve ihlâs ve samimiyetlerinden, mezkûr bir hey’etten çıkabilir. O hey’etin bir ruh-u ma’nevîsi hükmüne geçer. Evet “mecmuunda bir hassa bulunur ki, ondaki her fertte bulunmaz” düstûruyla çok def’a içtihadın âsârı ve nûr-u velâyetin hassaları ve ziyası bir cemâatte görünüyor.

Səs yoxdur