Emirdağ Lâhikası | Mektup 388 | 468
(467-471)

Benî-Âdem bir tek tâife iken, yüz binler tâifelere karışmasında kâinat, zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hükümeti; o hükümetin zâbıta me’muru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kâfileye gönderip, ondan sual edip soruyor ki: “Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve her şey’e karışıyor ve ba’zan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatîbiniz ve reîsiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”

O muhavereler içinde birden kafile-i benî-Âdem’den Muhammed-ül Hâşimî (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), emsalleri olan ulülazm peygamberler gibi, fenn-i hikmete karşı kalktı. Ve Kur’ânın lîsaniyle dedi ki:

“Ey müstantık hikmet! Biz mevcûdât kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücûda girdik, varlık nurunu bulduk. Her bir tâifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem tâifesi ise, bir emanet-i kübrâ rütbesi ve hilâfet-i zemin vazifesiyle sâir mevcûdât kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve me’muriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saâdet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sül mâlimiz olan isti’dâdlarımızın çekirdeklerini sünbüllendirmeye, îman ve Kur’ân’la inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reîsi ve hatîbi benim. İşte elimdeki bu fermanı; ma’nevî ve maddî hava, bir tek lîsan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur u ferman, Ezel ve Ebed Sultanı’nın kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat’i, üstünde parlayan sikke-i şahânesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle.”

Evet en müşkil, en umûmî ve bütün mevcûdâta sorulan bu üç dört gâyet acîb suale tam doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur’ân-ı Mu’ciz-il Beyândır ki; başında


fermaniyle ilân edilmiş. Mâdem baştan buraya kadar bir hakîkati anladın. Elbette bu hakîkatten anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın anasır-ı esasiyesi o dört hakîkattir. Yâni; tevhid, nübüvvet, haşir ve adâlettir. İşte bu dört hakîkat nasıl ki mecmu’-u Kur’ân’da dört rükündür.

Səs yoxdur