Birisi: Said tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enâniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risâlet-in-Nur’u bulandırmasın, te’sirini kırmasın.
İkincisi: Şimdiki bataklığa ve ma’nevî tauna sukûtun sebebi ise, terakki fikrinden neş’et ettiği cihetle, onların hatalarını gösterip; suûd ve terakki, Müslüman için ancak İslâmiyette ve îmânlı olmakta olduğuna işaret etmektir.
Kardeşlerim! Bugünlerde biri Risâlet-in-Nur talebelerine, diğeri bana ait iki mes’ele ihtar edildi. Ehemmiyetine binâen yazıyorum.
Birinci Mes’ele: Birinci Şuâ’da iki-üç âyetin işârâtında, Risâlet-in-Nur’un sadık talebeleri îmânla kabre gireceklerine ve ehl-i cennet olacaklarına dâir kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşâret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük mes’eleye ve çok kıymetdar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim. Çoktan beri muntazırdım. Lillah-il-hamd iki emâre birden kalbime geldi:
Birinci Emâre: Îmân-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi îmân-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirâyet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmânı zevalden mahfuz kalıyor. Bu îmân-ı tahkikînin vüsûlüne vesîle olan bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşf ve şuhûd ile hakîkata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, îmân-ı şuhûdîdir.
İkinci Yol: Îmân-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zarûret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i îmâniyeyi tasdik etmektir.