Aziz, Sıddık, Mübârek Kardeşlerim!
Hâfız Ali’nin bu def’aki mektubunda çok mübârek duaları beni ve bizi en derin ruhumuzdan mesrûr edip şükre sevketti. Ve her musîbetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere ma’nayı işârisiyle mededres ve halaskâr ve şifa ve medâr-ı sürûr olan
her musîbetzedeye baktığı gibi, bu geçen hastalık cihetiyle bize de baktığını yazıyor. Evet Hâfız Ali o noktayı tam görmüş. Ben de tasdiken derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezauf etseydi, bizlere kazandırdığı neticeye nisbeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hâfız Ali’nin kendi üstadı hakkında, benim haddimden pek çok ziyâde isnad ettiği meziyet ve ma’sûmiyeti; onun ma’sûm lîsanıyla hakkımda medih olarak değil, belki bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.
Hem Hâfız Ali’nin, Sav gibi yerler, karyeler ve Isparta, birer Medrese-i Nuriye hükmüne geçmesi ve Risâle-i Nur’un sadık şâkirdleri hârikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür etmeleri, bizleri belki Anadolu’yu belki Âlem-i İslâm’ı mesrûr ve müferrah eden bir hakîkatlı haber telakki ediyoruz.
Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği “Ma’nevî fütûhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemîn hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyâz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risâle-i Nur şâkirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak;