ve mesalih-i umûmiyeyi te’sis eden hikmet-i İlâhiye razı değildir ki; şu âlem-i imkan, Feyyaz-ı Mutlak’ın yed-i kudretinden, şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla istediğimiz herbir semerâtı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz. Evet bir şahsın tehevvüsü için büyük bir dâire-i muhita hareket-i mühimmesinden durmaz.
İşte otuz sene evvelki cevaba Risâle-i Nur dahi zelzeleler bahsinde, böyle küçük bir Hâşiye ilhak ediyor ki: Herbir unsurun, maddî ve ma’nevî kış ve zelzele gibi hâdiselerin yüzer hayırlı neticeleri ve gâyeleri varken; şerli ve zararlı bir tek neticesi için onu vazifesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terketmekle, yüzer şer yapmak, tâ bir tek şer gelmesin gibi hikmete, hakîkata, rubûbîyete münafî olur.
Fakat küllî kanunların tazyikinden feryad eden ferdlere, İnâyât-ı hassa ve imdadat-ı husûsîye ile ve ihsânât-ı mahsûsa ile Rahmanürrahîm her bîçârenin imdadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakîki menfaatıyla yardım eder. Ba’zan, dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.
Üstadımız ve Risâle-i Nur’un ciddî hakaikleri içinde en tatlı bir fâkihesi tevafuk olduğu için, kardeşlerimize yine bu iki gün zarfında küçük bir-iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka Hâşiye olarak yazıyoruz:
Evet nasıl ki kelimatta ve kelimat-ı mektûbede tevafuk; bir kasd, bir inâyet-i husûsîyeyi gösteriyor. Ba’zan hârika olup kerâmet derecesine çıkıyor. Ba’zan lâtif bir zerafet veriyor. Aynen öyle de, Risâle-i Nur’a aid ve üstadımıza ait hâdisatta da aynen kasdî ve inâyetkârâne tevafuku, akvaldeki o ef’alde dahi görüyoruz.