Aziz kardeşim Hüsrev! Seninle çok konuşmak istiyorum. Fakat bu dakikada o kadar vaktim dardır ki, ziyârete gelen dost dört-beş adama karşı “Beni meşgul etmeyiniz” diye lüzumsuz hiddet ettim. Her ne ise... Oradaki kardeşlerimize hasret ve iştiyakla pek çok selâm ve selâmetlerine dua ediyorum. Buradaki kardeşleriniz de sizi ta’ziye ve oradaki kardeşlerine arz-ı hürmetle selâm ediyorlar.
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Hizb-i Nurî’de; hem sırrı, hem küllî bir ubûdîyet bulunduğundan; şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emâreyi müşahede ettim. Bugün Risâle-i Nur’un Hizb-i Nurî’sinden bir kısmını ve Cevşen-ül Kebir’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki; kâinatın enva’ını ve âlemlerini Yirmi dokuzuncu Mektub’un âhir kısmı ve
âyetinin beyanında, seyahat-ı kalbiye ile, herbir İsm-i İlâhî bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşen-ül Kebir ve Risâle-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabîatları parça parça ediyor.. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envâr-ı tevhidi gösteriyor.
Ezcümle: İki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi’ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzûmesinin bahsini, Risâle-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi.