Barla Lâhikası | Mektub 124 | 131
(131-131)

(Hulûsî Bey’in fıkrasıdır)

Bu def’a, Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen İkinci ve Üçüncü Nüktelerle, Zeylini hâvi mübârek mektubunuzu almakla cidden bahtiyarım. Bu âciz kardeşiniz, gelen mektubunuzun, gerek muhterem Üstadıma ve gerekse o havâlideki kıymetli arkadaşlarıma olan te’siri bana âid olmadığına ve belki benim bir vasıta olduğuma delildir. Çok tecrübe ettim, zât-ı fâzılânelerine mektub yazmak için ba’zan üç kelimeyi bir araya getiremiyorum. Ekseriyetle gaybî bir zâtın ifadâtını zabtına kâdir olduğum kadar yazdığımı hissediyorum, demek yazdırılıyor. Mamâfih, vâki takdirleri, bir dua olarak telâkki ile teşekkür etmekteyim. Kur’ân hizmetini dünyevî ve maddî menfaate sarahaten tercih eden, Husrev nâmındaki kardeşimi tebrik ederim. Cenâb-ı Hak, böyle Husrev’lerin adedini çoğaltsın ve dâim arttırsın. Âmîn...

Bu kudsî hizmete candan iştirâk eden zevâtı bilmek bana en büyük müjde oluyor. Müftü Kemâl Efendi, evvel mektubu mütalâa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim, “Hiç kimsenin bugüne kadar muktedir olmadığı dekâik ve hakâikı, Kur’ân’dan bulup çıkarmışlar” diyerek takdirlerini beyân, selâm ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler. Bu dakikaya kadar mübârek mektubu Fethi Bey, Hacı Baha Efendi, pederim ve eniştem ve Hacı Abdurrahman Efendi dinlemeğe muvaffak oldular. Hâfız Ömer Efendi’ye de inşâallah ilk fırsatta okumaya çalışacağım.

Her mektubunuz, bana yeniden hayat verecek kadar müessir oluyor. Bu mübârek mektub, Dördüncü Remzin yazılışını ve bu fakire de ihsan edileceğini mübeşşir oluşu i’tibâriyle, bilhassa memnuniyet ve sürurumu mûcib olmuştur.

Hayli zaman evvel, Kur’ân’daki tevâfuk sırrını açmaya başlamıştınız. Bugüne kadar lihikmetîn mahfî kalmış olan i’caz-ı Kur’ân’dan, böyle çok mühim bir faslının keşfine ve neşrine muvaffak oluşunuza, ne kadar hamd ve şükr edilse yeridir. İzn-i Bâri ile açtığınız bu yolda ilerledikçe, daha ne kadar hârikalar meşhudunuz olacak ve bunlardan muhtaç kardeşlerinize ne âlî müjdeler vereceğiniz; geceden sonra gündüz, kıştan sonra bahar, dünyadan sonra âhiretin vücûdları gibi kat’i hissedilmektedir. Ne büyük bahtiyarlıktır ki, bu saâdetlere mazharız. Ne kadar bedbahtlıktır ki, bu nurlara göz yumarlar. Ne derece hatadır ki, bu hakâika lâyıkı veçhile alâkadar olunmaz. Ne câniyane ve ahmakâne bir ruhtur ki, üflemekle bu Güneşi söndürmek düşünürler...

İşte bu ışıklı yolunuzda, Sâhib-i Kevser’in delâletiyle Kevser’i buldunuz. Şefîu’l-Mahşer’in izniyle Kevser ırmağının menbaında durarak,

Âyet-i celilesini okuyor ve “Ey nâs! Kim ki ebedî hayat ister, işte âb-ı hayat; kim ki yolunu şaşırmış, işte vesile-i necat; kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor şedid azab ve ikab” ilââhir.. gibi nurlu beyânatınızla her tâifeyi ihyâ, îkaz ediyorsunuz.

Sizi kudsî hizmetinizde, −alâ-kadri’t-tâka− tâkibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşraba vererek; muhtaçlara gıda, zaîf ve marizlere ilâç, zalim ve kâfirlere semm-i katil olan mâ-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. Sizin kudsî hizmetinizle, irşadınızla açılan hakîkat ufkuna bakınca, Kur’ân’ın hududları tâyin ve tahdid edilmeyecek kadar vâsi’ bir havz-ı ekber olduğunu; Fâtiha besmelesinin ﺏ menba’ından gelen, her birisi ayrı lezzette, ayrı şiddette, ayrı kuvvette “Sûre”ler nâmında, yüz on dört âb-ı hayat şûbelerinin kevser musluğundan bu havuza akmakta olduğunu görür gibi oluyoruz...

“İdrak-i maâlî, bu küçük akla gerekmez

Zîra, bu terazi o kadar sıkleti çekmez!”

El ele, omuz omuza vererek himmet ve gayret-i Hûdâ-pesen-dâneleriyle mazhar-ı takdir olan uhrevî kardeşlerime selâm ve dualar eder ve muvaffakıyetler temenni ile dualarını istirham eylerim.

Hulûsî


Səs yoxdur