Barla Lâhikası | Mektub 293 | 300
(300-300)
BUNDAN SONRAKİ KISIM HAZRET-İ ÜSTAD’IN KASTAMONU VE EMİRDAĞ HAYATINDA İKEN YAZILAN VE ELYAZMA NÜSHALARDA BİZZAT KENDİLERİ TARAFINDAN BARLA LÂHİKASI’NIN SONUNA DERC EDİLEN MEKTUBLARDIR.

(Risâle-i Nur’un fa’al bir şâkirdi olan Ahmed Nazif Çelebi’nin bir istihracıdır ve bir fıkrasıdır).

(Bunu hem Birinci Şuâ’nın otuz ikinci âyeti olarak ve hem Yirmi Yedinci Mektub’un fıkralarında kaydetmek münâsib görüldü.)

O kendisi diyor: “Gelen âyetleri hâfızdan dinledim.”

(Sûre-i Ahzâb, 422-423. sahifeler, âyet: 41-47)

Bu âyetlerde Risâle-i Nur’a îma ve remz ve belki işâret var, diye his-settim.

Evet, mâdem bu âyet gibi vazife-i risâlet ve davete bakan âyetler her asra bakıyorlar ve her asırda efradları ve mâsadakları var.

Ve mâdem bu âyetlerde, Resûl-ü Ekrem’e (A.S.M.) verilen sıfat-lar ve ünvanlar her zamanda cereyanı ve herbir asırda hükmetmek haysiyetiyle ve ünvanların altında, ma’na-yı remziyle Risâle-i Nur gibi, o vazifeyi yerine getiren eserler ve zâtlar; bu gibi âyâtın dâire-i şü-mûllerine girmeleri, Kur’ândaki i’câz-ı ma’nevîsinin şe’nidir.. belki muktezâsıdır ve lâzımıdır.

Mâdem Risâle-i Nur, bu acîb asırda, müstesna bir sûrette ve âye-tin işâret ettiği vazifeyi yapıyor ve ma’nasının dâire-i külliyesinde bir ferdidir. Elbette müteaddit emâreler ve gizli karineler ile diyebiliriz ki, bu âyette dahi, Birinci Şuâ’nın sâir otuz bir adet âyetleri gibi, Risâle-i Nur’a ma’na-yı işâriyle bakar.

Şöyle ki:

cümlesi, ma’na-yı işârîsiyle diyor: “Bin üçyüz yetmişe kadar tecâvüz eden en karanlık bir zulüm, en karanlık bir zulmetten sizi, ey ehl-i îman vel-Kur’ân, Kur’ândan gelen nurlara ve îmanın ışıklarına çıka-ran ve isminde Nur ve ma’nasında rahîmiyet bulunan ve ism-i Nur ve ism-i Rahîm’in mazharı olan, bir lem’a-i Kur’âniyeye ve bu asrımıza bakıp îmâ ediyor.

Ma’na mutabakatından başka, bir emâre ve karinesi, budur ki:

fıkrasının (şedde ve tenvin sayılır)makam-ı cifrîsi, dokuz yüz kırk yedi edip, Risâletü’n-Nur isminin ma-kamı olan, dokuz yüz kırk yedi adedine tam tamına tevâfuk ediyor.
cümlesi, şeddeler sayılmaz ve âhirde tenvin vakftır, (elif sayılır) makam-ı cifrîsi ki, bin üç yüz yirmi üç tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilâ-fette, dehşetli bir inkılâbın mebde’-i infilâki içinde, ye’se düşen ehl-i îmana müjde verip, İslâmiyetin hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehâdet eden ve verâset-i Nübüvvet noktasında dâvette bulunan ha-kîki bir şâhide işâret eder.
cümlesi, (Hâşiye:1). (tenvinler) vakf olmadığından sayılırlar. Makam-ı cifrîsi, bin ikiyüz elli altı tarihini göstermekle, bu asırda ve bu zamandaki İslâmiyetin inhisafını, bir asır evvel ihzar eden mukaddematına baka-rak kelimesi yüz doksan bir (191) ederek, Risâle-i Nur’un bir hakîki ismi olan, Bediüzzamanın makam-ı cifrîsi bulunan, yüz doksan bir (191) ade-dine tam tamına tevâfukla îma eder ki; Risâle-i Nur dahi, o inhisaf için-de bir dır. ve yalnız (Hâşiye, 2) ,kelimesi ise, tam tamına Risâle-i Nur’un bir ismi olan “Sirâcınnûr”a lâfzan ve ma’nen ve cifren tevâfukla bakar. daki (mim), (ye), deki şeddeli (nun)’a mukabildir.

Evet, İmâm-ı Ali (R.A.) kerâmet-i gaybiyesinde, Risâle-i Nur’a “Sirâcınnûr” nâmını vermesi, bu âyetin bu fıkrasından mülhemdir denilebilir. Ve çekinmeyerek deriz: cümlesi, (şedde sayılmak) cihetiyle, makam-ı cifriyesiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihini göstermekle, bu asrımızın, tam bulunduğumuz senesine bakarak ehl-i îmana bir büyük ihsânı var diye, ma’na-yı remziyle haber veriyor.

Biz bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan îmanı kurtarmaktır.. ve görüyoruz, îmanı hârika bürhanlarla kurtaran -başta- Risâle-i Nur’-dur.

Demek bu zamana nisbeten bir de odur. Bu işâreti kuvvetlendiren şudur: daki
kelimesi, dokuz yüz altmış (960) edip, Risâletü’n-Nur’un bu ismi, izâfeden tavsif tarzına geçmekle, Risâletü’n-Nuriye olup, makamı olan dokuz yüz altmış iki (962) adedine ma’nidar iki farkla tevâfuku, onun başına remzen ve îmâen parmak basmasıdır.

İlâhî yâ Rabb!.. Sen Risâle-i Nur’u ve Risâle-i Nur Müellifi Üstadımız Said Nursî’yi ve Risâle-i Nur talebe ve şâkirdlerini ve mensublarını, muhafaza-i hıfzında ve kal’a-i İlâhîyen içinde muhafa-za ve emîn eyle.. âmin.. ve hizmet-i Kur’ân ve îmanda sâbit ve dâim eyle.. âmin; ve bu kudsî hizmetlerinde muvaffakıyetlerle yar-dım ve muâvenetler ihsân eyle.. âmin; ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân-ı Azîmüşşânın sırr-ı âzamına, mârifetullah, muhabbetullah ve muhab-bet-i Resûlullah sırr-ı kudsîsine; ve “Hasbünallâhü ve ni’mel vekîl” sırr-ı uzmâsına; ve Rızâullah ve rü’yet-i cemâlullah lûtf ve ihsanına mazhar eyle, yâ Rabbel’-âlemin!



Fakir, âciz, zayıf, günahkâr talebe

ve hizmetkârınız İnebolu’lu

Ahmed Nazif Çelebi


----------------


(Hâşiye:1) kelimesi, Risâle-i Nur’un hakîki ismi olan Bediüzzaman’ın makamına tam tamına tevâfuku ve ma’nen mutâbakatı olduğu gibi, yalnız (dâiyen) ke-limesi de, Risâle-i Nurun tercümanı olan Said ismine, üç harf ile ittihad ve üç farkla tevâfuk eder. Çünkü; tenvin, elif ve vav mecmuu elli yedi, (sin) den üç fark var.

Risâle-i Nur Talebelerinden

Küçük Abdurrahman Tahsin



Hâşiye:2) (Tenvinler, elif sayılır) makamı (1330) edip, Risâle-i Nur’un fâtihası olan İşârâtü’l-İ’caz tefsîrinin zuhur tarihine ve (Sirâcen münîra), eğer birinci tenvin sayılsa (1380) ederek, yirmi bir sene sonra Risâle-i Nur Küre-i zemini ışıklandıracak, bir sirâc-ı münevver olacağına remzeder inşâallah...

Risâle-i Nur talebelerinden Tahsin


Səs yoxdur