Barla Lâhikası | Mektub 139 | 146
(146-146)

(Kuleönü’nden Sarıbıçak Mübârek Mustafa’nın kardeşi Küçük Ali’nin fıkrasıdır)

(Bulunduğumuz asrın yaralılarından, ma’nevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır)

Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım!

Bulunduğumuz asır, ma’nevî seferberlik (harb) zamanı olduğundan, vücûdumdaki yaralara baktıkça, yaralar gitgide daha fazlalaşmakta iken.. bir gün işittim ki, “sağdan sola geçiniz” diye ilân ediyolar. Ve otuz iki harfin bir kaç adedini gâib edip ilân edince öyle bir yara daha açıldı ki; evvelki yaraları unutturdu. Nasılki nass-ı Kur’ân’da:

Ashâb-ı Kehf Efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı -asrımızdaki tahammül edilmeyen fenâlık gibi- o asırda fenâlıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise; din-i Hak üzere bulunan ehl-i îmanı, zamanlarının pâdişâhı olan Dakyanus putperestliğe dâvet edip.. kabûl edenleri putlara kurban kestirip, kabûl etmeyenleri katl-i âm ettiği sırada, Ashab-ı Kehf Efendilerimiz mağaraya çekildiler.

Ben de asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken.. “Acaba bu karmakarışık zamanda, benim gibi böyle ma’nevî yaralı gençler, o Mahkeme-i Kübrâda, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd ve Tekaddes Hazretlerinin huzurunda, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizden nasıl şefâat dileyebilirler” diyerek, bütün gün ruhum ağlardı. Mâdem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a, binlerce maddî ve ma’nevî yaralılar, dilsizler, nüzûl olmuş, bütün kalbi kararmış, îmanı yok bedevi adamlar, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına vardığında, bir saat, bir gün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavm ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve mâdem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur’ân ve Kur’ân’ın tâyin etmiş olduğu ma’nevî doktorlar, kıyamete kadar gelecek mü’minlere maddî ve ma’nevî doktorluk vazifesini görecekler. Ve şimdiki hâl vilâyetimiz dâhilinde bulunan ma’nevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım...

Bana rü’yamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bediüzzaman’ı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak, cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi, hemen uyandım. Peder ve vâlidem ehl-i kalb olduğundan, rü’yayı anlattım. Pederim; “Bu zât Barla’ya henüz yeni geldi. Bir-iki sene kadar oldu. Git, mürâcaat et.” dedi. Ben dedim: “Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük ma’nevî bir doktorun yanına bu yaralar ile nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım?” Bana “git” denildi. Hitab iki oldu. Hemen, sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce, bir-iki dakika titredim. Sonra, fesübhânallah dedim. Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczâlara tahammül edemeyecekler. O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabûl edip, beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti. Avdetten bir-iki ay sonra, hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar; (yirmi mah mukaddem) bu yaralar içinde, her saat ve her dakika,

kaziyyesini düşünüp, “Acaba benim hâlim ne olur?” derdim. Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa’yı (rahmeten vâsiaten) görünce ruhum biraz genişledi. Acaba, bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir-iki gün sonra, mübârek Ramazan-ı Şerif gecesi üçüncü hitab olarak, yine rü’yamda, memleketimizin kenarında, Üstadım Bediüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığı ilân ediyor. Ve diyor; “Ben Kur’ân’ın dellâlıyım” diye yüksek sesle bağırıyor, ilân ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım...

Demek bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü’minler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon müslümana her saat, her dakika, her an bağırıyor. Benim gibi zâhir kulağıyla dinlemeyiniz, kalb kulağıyla dinleyelim ki, her an bağırıp çağırdığını işitelim. Mâdem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise, Risâle-i Nur Külliyâtıdır.

Ben âciz de Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü ve Beşinci Dalını okumağa ve yazmağa başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektûbât ve Sözler’i bütün kuvvetimle yazmağa karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın ma’nevî doktoru ve ilâçları ise, Kur’ân’dan tereşşuh eden Risâle-i Nur ve Mektûbâtü’n-Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”

Âciz Talebeniz Ali Ulvî


Səs yoxdur