Barla Lâhikası | Mektub 244 | 251
(251-251)
MEKTÛBÂT’IN YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUB’UNUN SEKİZİNCİ MES’ELESİNİN İKİNCİ NÜKTESİ

Birinci Nükte: (Eserdekinin aynıdır, kitâba müracaat et. (Mektûbât: 408-409))

İkinci Nükte: Eğer denilse, şu Tevâfukat-ı gaybiye eğer bir meziyet-i belâgat olsa idi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân belâgatların enva’ında en ileride olduğu gibi, bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâgat değil, neden büyük bir ikrâm-ı İlâhî sayıyorsunuz? Hem hangi kitab olursa olsun, bu nevi tesâdüfat içinde çok bulunabilir.

Elcevab: Kur’ân-ı Hakîm sırriyle, her zamanda bir milyondan fazla hâfızların kalbinde ma’nen yazdırmak lâzım geldiği için, hıfzı çok işkâl edecek ve hâfızları çok azaltacak olan şu nevi tevâfukat-ı müteşabihe, Kur’ân-ı Hakîm’de çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, rahmet içinde mutabık-ı muktezayı hâl bir ma’nevî belâgatı, bu meziyet-i belâgatın terkiyle yapmıştır.

Çok def’a kısa kesmekle, çok uzun ma’naları ifade etmesi gibi, hem şu tevâfukat-ı belâgat olmasa da, mâdem içinde eser-i kasd ve şuur görünür; kasd ve şuur ise, bilmüşahede ve bil’itiraf, müellif ve müstensihlerin değil, elbette bir dest-i gaybînin tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin bu tarz müdahalesi ise, alâmet-i kabuldür ve rızaya emâredir. Ve bu emâre de remz eder ki; yazılan hakîkatlar kusursuzdur, hak bir sûrette gösterilmiştir.

Amma sâir kitablarda şu nevi tevâfukat bulunuşu tesâdüfe verilebilir. Fakat şu risâlelerdeki şuurlu tevâfukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zâtların ittifakıyla, şuursuz tesâdüfe havale edilemez ve verilmesine imkân verilmiyor. Hatta en mühim iki müstensih ve bizler, değil ki bir risâlenin umumunda; bir tek sahife kanaat verir ki, tesâdüf karışamaz, haddi değildir. Çünkü misil olarak ikiüç kelime bulunur; birbirine bakar öyle bir vaziyette ki, zâhiren bir kasdı irae ediyor.

Meselâ: Şimdi bakıyoruz, şu sahifede yaş lâfzı, üç def’a tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki, şübhe bırakmaz ki, bir tanzim-i gaybîdir. Hem şimdi baktığımız şu sahifede, yalnız altı hüzün kelimesi var. O altı hüzün, üç satırda öyle lâtif iki kavisi teşkil etmiş ki, neş’eli bir hüznü görene verir.

(Hem işâret-i gaybiye olmak için, başka hiçbir kitabda bulunmamak lâzım gelmez.) Meselâ: Nasılki, belâgat-ı Kur’âniye derece-i i’caza vâsıl olduğu için, bir mu’cize-i risâlet olduğu halde; sâir ehl-i belâgatın umum kitablarında, derecatlarına göre belâgat vardır. Onlarda belâgat bulunması, i’caz-ı Kur’ân’a münâfî olamaz.

Öyle de i’caz-ı Kur’ân’ın yüzer kısmından, bir kısmının cilvesi, bir nev’i ikram-ı İlâhî nev’inde, Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’de, hakâik-i Kur’âniyenin hüsn-ü intizamına işâreten görünüp, tecelli etmesine, sâir kitablarda, tevâfukatın bulunması zarar vermez. Çünkü o dereceye yetişmezler. Çünkü Sözler’deki o nevi tevâfukat, o dereceye gelmiş ki, dikkat edenlere kat’i kanaat verir ki, beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarı ile de olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur’ân i’cazının gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı İlâhî sûretinde temessül ediyor.

Səs yoxdur