Barla Lâhikası | Mektub 133 | 140
(140-140)

(Biraderzadem merhum Abdurrahman’ın vefâtını müteakib ya-nıma gelip, kuvvetli emârelerle Abdurrahman’ın yerine bana gön-derildiği kalbime ihtâr edilen, gâyet çalışkan ve hâlis kardeşlerimiz-den, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulûsî’nin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır.)

Ey benim muhterem Üstadım!

Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum ba’zan şarka, ba’zan cenuba, ba’zan garba, ba’zan şimale, ba’zan semaya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, “Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risâle-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem Zülkarneyn’dir, hem âhirzamanda gelecek İsa Aleyhisselâm’ın vekilidir; yâni müjdecisidir.” denildi. Bunun üzerine Üstad-ı Muhtere-min nezdine vardım. Risâleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de onbeş kadar Sözler’den yazdım ve okuyorum. İsti’dâdım kısa, fikrim mü-şevveş olduğundan, risâlelerden hakkıyla istifâde ve istifâza edemiyor-dum.

Bilâhare, Yirmi İkinci Mektub’u verdiniz, yazdım. Bir-iki def’a arka-daşlarımla okudum. Âciz talebenizin maddî ve ma’nevî on beş yaşından beri, mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedâvi etti. Elhamdülillâh. Bu-nun üzerine bir rü’ya gördüm. Rü’ya budur:

“Menâmda, kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acîb fabrikaya rastgeldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisi-nin de sâhibleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye, ona sâhib oldum.” Bunun üzerine bir rü’ya daha gördüm:

“Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. Ben de o fırının dâiresindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takvâ Süleyman isminde bir genç vardı. Ve sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binâen, alettahmin yüz kadar gençler, o fırının dâiresinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hay-ret ettim. Bunun üzerine büyük bir zât geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Bilâhere, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum, o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki, bu mübârek zât, Said Nursî’dir. Ben de anla-dım ki; bu hârika iş aktablarda bulunur.” dedim uyandım.

Bunun üzerine risâleleri devam üzre yazmakta iken, Allah’ın tevfîki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhere bütün o rü’yamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur’âna talebe oldular. Ve bir de bizim memleke-tin insanları, bir parça ehl-i tarîkat ve ehl-i takvâdır. Memleketimizde zâ-hir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok def’a hedef olu-yorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risâleleri okudukça, şeytan-ı laîn ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennem’in dibine atıyordu. Risâle-leri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı.

“Bu koca Bedi’, bu lü’lü-misâl bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?” diye birbirimize çok def’a diyorduk. Lîsanına baksan, birşey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarımıza dehşet veriyor, nur serpiyor (Hâşiye 1).diye, tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, “Risâletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur, okuyanlara bir iksir-i a’zamdır” diye hükmettik.

Muhterem Üstadım, maddî ve ma’nevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşlarımın yaralarını, risâleler tedavi ediyor. Hatta ba’zan bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz bir risâle okur-sam evhamını kaldırır giderlerdi. Cenâb-ı Hakk, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallak-ı Azîm mevcûdât ve câmidat ve zerreler adedince sizden râzı olsun.. Âmîn...

Yarın mahşerde, herkesten evvel Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muh-terem Efendimiz Hazretlerinin şefâatine mazhar ol, inşâallah... Âmîn. Bu gençlerin her gün, her saat duasını alıyorsunuz. Ve her bir risâleyi okurken, en aşağı sekiz-on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fit-ne-i âhirzamanda, bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medâr-ı şükrandır.

Bu âciz talebeniz Arabî görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eski-den yazılmış Türkçe kitabları okurdum, maddî ve ma’nevî yaralarımı tedâvi edecek ilâç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki; her saat kendimi intihar etmeğe karar verirdim. “Acaba hâlim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kâmil nerede bulabilirim?” diye çok merak eder ve yeis içerisinde kalırdım.

Cenâb-ı Hakk nasılki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder; ve her zamana lâyık çâreleri îcad eder ve her yara-ya muvafık ilâcı ihsân eder.. Öyle de, bu medresesiz zamanımızda bi-zim gibi yaralılara -Üstad-ı Muhterem vasıtasıyla- risâleleri Türkçe olarak te’lif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim.. Lâyüadd velâyuhsa Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi de Kur’ân hizme-tinde muvaffak edip, iki cihanda aziz eylesin. Âmîn.

Ben hiç bir Arabiyat görmeden, medresede beş-on sene okuma-dığım halde; yalnız risâleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise; bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil ter-biyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar iki diz üzerine gelip, risâle okuyuver diyorlar.

Eğer sesim erişse idi olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: “Risâleleri ciddî okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan fâiktir ve daha menfaatlidir.” Medresede okumaktaki maksad; evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen ümmet-i Mu-hammed’i (A.S.M.) kurtarmağa çalışmak değil mi? Risâletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.

Ve her bir risâle, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozul-mamış herhangi genç, bir risâleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, dâire-i inkıyâda geliyor, ıslâh oluyor. Herhangi bir maddiyyun bir risâleyi alıp okursa, îman etmezse de hiç bir bahâne bulamıyor. Her-hangi bir dinsiz okusa ve tamam ma’nasıyla anlasa, îmana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa, “Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz” di-yor. Risâle-i Nur, lîsan-ı hal ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü deccâla “Ya îman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın” diyor.

Şimdi aziz ders kardeşlerim! Bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutub ararken, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahme-tiyle, Üstad-ı Muhteremin sa’yi ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risâletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur, yüz on dokuz ade-diyle, her birisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.

Ey maddî ve ma’nevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarîkat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Şah-ı Nakşibend, İmâm-ı Rabbânî, İmâm-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlâna Hâlid (Radıyallahü anhüm), Kaddesallahü esrarehüm Hazretlerinin derece-i kemâlâtları, meratib-i îmanları risâ-lelerde ve Mektûbât’da vardır. (Hâşiye 2).

Ey kardeşlerim ve ey halifeler! Tarîkatın ve hakîkatın müntehası-nı anlamak isterseniz; risâleleri ciddiyetle okuyun. Bâlâdaki zâtların arkasında gidersiniz ve yüksek îmanlarına yaklaşırsınız.

Ey ehl-i tarîkat kardeşlerim, bilhassa sizlere çok rica ediyorum, risâleleri bir def’a okuyunuz. Risâletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur’un her bir satırında, bir kitabın te’sirini bulamazsanız, bana ne derseniz deyiniz, kabul ediyorum.

Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun! okuyun. Okudukça, Risâ-leler feyzâver nurları saçıyorlar. Okudukça iştiyak getiriyorlar, usanç vermiyorlar. Başka kitabları bir-iki def’a okusan, insana usanç veri-yor. Halbuki risâleler öyle değil, okudukça başka başka îman halleri telkin ediyorlar...

Döneceğim bâlâdaki rü’yanın ta’birine; aklım yetiştiği kadar ta’bir edeceğim, Allah hayretsin.

Biri büyük, biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise; üstad-ı muh-teremdir. Fabrikanın içerisinde bulunan acib ve garîb, bedi’ âletleri ise, bu zamana kadar hiç bir imamın söylemediği kelimeleri ve îman telkinatlarını yapan Risâletü’n-Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise; Risâle-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benze-yecek. İçerisindeki bedi’ âletler ise, Risâle-i Nur’un düstûrları, hakîkatları ve mesâil-i îmaniyedir. Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli, sarsılmaz îmanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise, risâle-leri okuyup yazan adamların kemâl-i şevk ve heyecanla çalışmaları-dır. Görmüş olduğum vilâyet ise; velâyet-i kübrâ yollarını gösteren Risâle-i Nur’dur. Bu rü’yayı takviye için, bir rü’ya daha söyleyeceğim: “Menâmda, İstanbul’a yaya olarak iki def’a gittim. İstanbul’a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sâhibleri yoktur, dükkânların içinde -sandıklarda- büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine ma’nevî rahmet yağarken, İstanbul’dan yaya ola-rak avdet ettim.”

Allahu a’lem, bunun ta’biri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de risâleler ve Mektûbâtü’n-Nur velâyet-i kübrâ yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakîkatın bürhanlarını, satışa çıkaran ve her risâle bir kudsî dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nurânîdir. O sergide, îmanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ yollarını gösterdiğini, iki kerre iki dört eder derecesinde kanaatım gelmiştir.

İkinci gördüğüm rü’yanın ta’biri, Allahu a’lem böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, ma’nevî Allah’a asker olan gençlerin Isparta Vilâ-yetindeki geniş dershânelerine işârettir. Ekmeği dağıtan zât ise, üstad-ı muhterem Said Nursî’dir. Ve ekmek pişiren fırın ise, üstadımın husûsi medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise; risâleleri okuyup lezzetini anlayan, -benim gibi ve arkadaşlarım gibi- diyenlerdir.


Evet üstâd-ı muhterem, insanlara ma’nevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fı-rında çok işâretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin îmanî risâleleri okuyup îmanları kuvvetleneceğine işârettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden daha tatlı i’caz-ı Kur’ân esrarına ve îmanın envârına işârettir ki, onları Risâle-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise; gençlere ihsân-ı İlâhî, ikrâm-ı İlâhî ve üstad-ı muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işârettir inşâallah... Benim aklım bu kadar eriyor. Bu kadar ta’bir edebildim. Rü’yalarımın ıslâh ve ta’birini rica ederim.

Yirmi gün zarfında bir rü’ya daha gördüm: Eğridir Gölünün kena-rında, yâni çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde üstâ-dım Said (R.A.) bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitab alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhere hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip üstâdımın elinden o kitabı -yâni okuduğu hutbeyi- istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: “Bu âna gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okuma-mıştır” diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım.. Allah hayretsin.

Bu rü’yayı da bildiğim kadar ta’bir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) dır. O çadır ise Isparta Vilâyetidir. O hutbe ise, Risâletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmâm-ı Rabbânî’dir. Risâleler makam-ı Mahmud yolunu târif ediyorlar. Üstâdımın hutbesi olan Risâle-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.

Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdârı ve müjdecisi üstadımın neşrettiği Risâle-i Nur’dur. Ey benim kardeşlerim! Benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitab okudum da sual açayım ve mes’ele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?

Dünyada çok kitablar vardır ve o kitabları okumuşsunuzdur. Oku-duğunuz kitabların hepsini de anladınız mı? Alâ küllihâl anlayamadığınız mes’eleler çoktur. Üstâdıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve îman hakîkatı çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkilâtınız varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de istifâde etsin.

Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevablarını Risâle-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşf ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdî’yi soruyor, “Ne vakit gelecek?..” Daha Mehdî’yi an-layamamış. Dabbetü’l-Arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dâir, risâlelerde birer bahis vardır. Her müşkil suâlin cevabını o risâleler-den arayınız, bulursunuz.

Ey hocalar ve halifeler! Bizim ilmimiz bize yeter deyip, yıldız bö-ceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her mes’eleyi yalnız anlayamaz. Uyuyorsu-nuz! Uyuduğunuz mikdar artık yeter! Uyanmalı...

Peder ve vâlidem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selâm edip, iki ellerinden öper ve dua etmektedirler...

Kuleönü’nde Sofuoğlu
Talebeniz Mustafa Hulûsî (R.H.)
-------------------------
(Hâşiye 1): Evet Mustafa kardeşim, Said’in üç şahsiyetinden ikisini tamam fark etmiş. Said’deki üstadını, ders verdiği vakit âlî görüyor. Biçâre dostu olan Said’i, hakîkatte olduğu gibi âdi görüyor ve gördüğü doğrudur.
Said
(Hâşiye 2): Merhum büyük kardeşim Mustafa, risâlenin şâkirdleriyle velâ-yetin şâkirdlerini ve birbirinin arasındaki dereceyi anlatmak istiyor. Bu mes’eleyi Risâle-i Nur halletmiş. Hem tevhid-i âmi ile tevhid-i hakîkiyi gös-termiş. Hem gözü kapalı olarak gitmenin ve gözü açık olarak gitmenin far-kını Risâle-i Nur beyân etmiş. Hem âlem-i yakaza ile âlem-i menâmı Risâle-i Nur keşfetmiş. Hem âlem-i misâl ile âlem-i şehâdeti birbirinden Risâle-i Nur ayırmış. Hem velâyet-i kübrâyı, velâyet-i vustâyı, velâyet-i suğrayı ve birbiri-nin farkını tamamıyla Risâle-i Nur göstermiş. Bir sohbette, bir kademde -Sahabelerin meseli gibi- zâhirden hakîkata geçmenin sebeblerini anlatmış. Hem tarîkat şeyhlerinin ve “Eimme-i Erbaa”nın caddelerini Risâle-i Nur be-yân etmiş. Hem ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn ile elde edilen îmanın farklarını Risâle-i Nur göstermiş. Hem Hazret-i Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ve Hazret-i Ömer (R.A.) ve Hazret-i Osman’ın (R.A.) meşrebini Risâle-i Nur tâkib etmiş. Hem İmâm-ı Ali’nin (R.A.) bir veled-i ma’nevîsi olduğunu, Celcelûtiye’yi tefsir ile Risâle-i Nur’un kıymetini ve vazifesini Risâle-i Nur göstermiş. Hem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Mehdi ve İsa Aleyhisselâm ve Deccal ve Ye’cüc-Me’cüc ve Sedd-i Zülkarneyn hakkındaki müteşabih Hadisleri Risâle-i Nur te’vil etmiş, esas maksadı anlatmış.
İmâm-ı Ali (R.A.), Şah-ı Geylanî (R.A.), Sekizinci, On Sekizinci, Yirmi Sekizinci Lem’alar ile ve Sekizinci Şuâ ile kerâmât-ı evliya hak olduğunu ve yerde iken Arş-ı A’zamı müşahede ettiklerini Risâle-i Nur beyân etmiş. Hem umum müçtehidler “Mütekellimînden birisi gelecek, hakâik-i îmaniyeyi ve bütün mesâili vâzıh bir sûrette beyân edecek” diye müjdelerini, Risâle-i Nur hâdisat-ı âlem ile isbat etmiş. Hem bütün her asırda gelen meb’uslar, veliler keşfiyatlarında, “Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek” diye Risâle-i Nur’un şahs-ı ma’nevîsini ve Üstadımın şahs-ı ma’nevîsini ve talebelerin şahs-ı ma’nevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed’e (A.S.M.) Risâle-i Nur-’un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azab-ı kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, Deccal’ın şer-rinden istiâze etmelerini ve yapacağı maddî ve ma’nevî tahribâtını Risâle-i Nur tamir yaptığını görmüşler. Müjdeler, beşaretler, işâretler, remizler ile haber verdiklerini, Risâle-i Nur, Eskişehir, Denizli, Afyon, İstanbul gibi hâdi-sat-ı âlem ile göstermiş.
Elhasıl: Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risâle-i Nur imiş. Hatta Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zâtın geleceğine muntazır imiş. Halbuki ne ağabeyim Mustafa’nın ve ne de benim haddim değil ki, Risâle-i Nur’un kıymetini ve vazifesini beyân edeyim, heyhat!
Risâle-i Nur, Kur’ân’ın has tefsiri olduğundan Kur’ân’a bağlıdır. Kur’ân ise Arş-ı A’zam’a bağlıdır. Onun için, Risâle-i Nur’u Kur’ân medh ü sena edebilir. Birinci Şuâ’da otuzüç âyetiyle işâret etmiş.
Bunu yazmaktan maksadım; ağabeyim Mustafa’ya, Risâle-i Nur’dan meded ve Kur’ândan şefâat ve Üstadımdan dua istemektir.
Talebeniz Küçük Ali
Səs yoxdur