Namazdan sonra düşündüm. Hakîkaten kuvvetli bir münâsebet-i ma’neviyesi var. Şöyle ki:
Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlâhiyeyi cin ve ins ve ruhaniyata karşı kat’î bir sûrette gösterip isbat eden birinci, Kur’an-ı Azîmüşşan olduğu ; bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemâl-i adâletle ve sadık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti vâzıh ve bahir bir sûrette, kâinat safahatında ins ve cinnin enzarına arzedip isbat eden Risâle-i Nur; bütün tabakat-ı beşere hem medrese, hem mekteb, hem kışla, hem hekim, hem hâkim olarak, en âmî avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip, talim ve terbiye etmesi bizce meşhûd olmasıyla, bu âyet-i kerimenin bir mevzuu, bir mâsadakı da Risâle-i Nur olmasına şübhesiz bir kanaat veriliyor.
İkinci kelime-i tevhidden sonra
isimleriyle Cenâb-ı Hak (Celle Celâlühü) zâtını tavsif buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risâlet-in Nur şahs-ı ma’nevîsine işaret etmesi Kur’an-ı Azîmüşşan’ın şe’nine yakışır bir keyfiyettir. Çünki belki bütün dünyaya muhalif olarak fakr-ı haliyle beraber izzet-i ilmiyeyi muhafaza için ölümden beter musîbetlere karşı göğüs geren, tahammül eden Risâle-i Nur müellifi olduğu gibi; zemînde ve Semâvatta hikmetle tasarrufatın muammasını açan yine Risâle-i Nur olduğu sadık ve musaddaktır. Bu kuvvetli münâsebet-i ma’neviyeyi teyid eden bir emâresi de şudur ki:
makam-ı cifrîsi iki yüz on dört (214) olup, Risâle-i Nur’un bir ismi olan
nın (şeddeli , lâm-ı aslî sayılır) makamı olan iki yüz on dörde tam tamına tevafuku ve müellifinin hakîki ve dâimî ismi olan Molla Said’in makamı olan iki yüz on beşe bir tek farkla tevafuku, elbette bu kelime-i kudsiyenin her asra baktığı gibi, bu asra da medâr-ı nazar bir ferdi Resâil-in Nur olduğuna bir emâre olduğu gibi;