O adese ile Hürriyet İnkılabındaki siyaset dâirelerine bakmış; ta’birsiz, te’vilsiz tatbike çalışmış. Siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş. Doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.
İkinci Esâs: Eski Said, bazı dâhî siyasî insanlar ve hârika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdâdı hissedip ona karşı cebhe almışlardı. O hiss-i kabl-el vuku’ tâbir ve te’vile muhtaç iken bilmeyerek resmî, zaîf ve ismî bir istibdâd görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, çok zaman sonra gelecek olan istibdâdların zaîf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksad doğru, fakat hedef hata.
İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acib bir istibdâdı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücum ile beyanatı var. O müdhiş istibdâdat-ı acibeye karşı meşrûta-i meşrûayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’an’ın ahkâmı dâiresindeki meşveretle o müdhiş musîbeti def’eder diye düşünüp öylece çalışmış.
Evet zaman gösterdi ki; hürriyetperver nâmını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdâdın bir nümûnesi olarak, üç yüz müstebid memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan’ı üç yüz seneden beri üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdâd altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yani birisinin hatasıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidâneye inzibat ve adâlet nâmını vermiş, dünyayı aldatmış, ateşe vermiş.
Münâzarât nâmındaki eserde, bazı latife sûretinde bazı kayıdlar, Hâşiyecikler bulunur. O eski zaman te’lifinde zarif-üt tab’ talebelerine bir mülâtafe nev’indendir. Çünki onlar, o dağlarda beraberinde idiler. Onlara ders sûretinde beyan ediyormuş.
Hem bu Münâzarât Risâlesi’nin ruhu ve esâsı hükmünde olan, hâtimesindeki Medresetüzzehrâ hakîkatı ise, istikbalde çıkacak olan Risâle-i Nur’a bir beşik, bir zemîn ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyârsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kabl-el vuku’ ile o nûranî hakîkatı, bir maddî sûrette arıyordu.
Sonra o hakîkatın maddî ciheti dahi vücûda gelmeye başladı.
Sultan Reşad, on dokuz bin altun lirayı Van’da temeli atılan o Medresetüzzehrâ’ya verdi, temel atıldı. Fakat sâbık Harb-i Umumî çıktı, geri kaldı.
Beş-altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakîkata çalıştım. İki yüz meb’ustan yüz altmış üç meb’usun imzalarıyla, o medresemize -yüz elli bin banknota iblağ ederek- o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf medreseler kapandı, onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenâb-ı Erhamürrâhimîn o medresenin ma’nevî hüviyetini Isparta Vilayetinde te’sis eyledi, Risâle-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbalde Risâle-i Nur şâkirdleri, o âlî hakîkatın maddî sûretini de te’sis etmeye muvaffak olacaklar.
Eski Said’in İttihad Terakki komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükûmetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirane yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kabl-el vuku’ ile yağı içinde bulunan o cemaat-ı askeriyede ve cem’iyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şühedayı, altı-yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş. İhtiyarsız olarak, meşrebine muhalif onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sâbık Harb-i Umumî çalkamasıyla o mübârek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip mücahedesine döndü.