Kastamonu Lahikası | Mektup 118 | 179
(177-179)

O şecere-i semâvîye; bir timsali zemînde olmuş şer’-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyâya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz: Şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzî

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i a’zam, Muhammed-ül Haşimî (A.S.M.) davet eder insanı âlem-i nûr-u envere. İlzam eder niyâz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak Hüda dağlarına. Semâvata ser çekmiş, bak şeriât cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zemînimizin yüzü gözü.

İşte çikmâlıyız biz buradan himmet tayyaresiyle. Ziyâ, nesim orada, nur u cemâl orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azîzi.

İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebel-i Kamer olan Kur’an-ı Ezher, Zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menba’dan. İç o âb-ı lezizi!

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir! Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır dâim güz yazı.

Yüzde biri kurtulur; Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yolu; sehildir, hem karib müstakimdir. Zaîf, kavî müsâvi. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet deha-yı fennî: Evvelki iki yoldur ona meslek ve mezheb. Fakat hüda-yı Kur’anî: Üçüncü yoldur onun sırat-ı müstakimi, îsal eder bizi.

* * *
Ses Yok