o mübârek ve kudsî zâtların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum onların merci’leri ve menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risâle-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nûranî eserlerden de istifade etsek.
Hem Risâle-i Nur şâkirdlerinin yüz mislinden ziyâde zâtlar, o kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa hâşâ ve kellâ! O kudsî üstadlarımızın mübârek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risâle-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecbûriyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.
Latif bir tevafuk: Bu mektubu başta
deyip, müteaddid işler meydana geldi, daha yazamadık. Tâ, mübârek Âtıf’ın mübârek mektubu geldi. Başında
kelimeleri mektubumuzun başına tevafuk etmek için bizi beklettirdi. O kerâmetkâr kalemiyle bu memlekete evvelce gönderdiği parlak yazıları Risâle-i Nur’u, bu havalide parlamasına yaldızlatılmış. Şimdi müstesna kalemiyle bazı nüshaları bu havaliye imdadımıza göndermek niyeti, pek büyük bir hizmet-i nuriye olarak bir fedakârlıktır; fakat kendine de çok lâzımdır.
Şimdiden, buradaki Risâle-i Nur şâkirdleri nâmına ona binler teşekkür ve o hizmette onu tebrik ediyoruz. Ve onun kerâmetli kalemi, câzibedar esrar-ı tevafukiyeden yüzünü çevirip doğrudan doğruya Risâle-i Nur’un neşrine sarılması, bizi çok minnetdar ve mesrûr eyledi. Cenâb-ı Hak onun gibi hâlis, muhlis talebeleri çoğaltsın, âmîn.
Mektublarınızda ara sıra Sıddık Süleyman’ın, eski zamanda hararetli sadâkati ve alâkadarlığı ve kuvvetli şâkirdliği ile bahsi geçiyor. O zat, ben ölünceye kadar onun sadâkati ve selâmet-i kalbini ve bana ve Risâle-i Nur’a hâlîsane hizmetini unutamıyorum.