Barla Lâhikası | Mektub 96 | 103
(103-103)

(Ahmed Husrev’in fıkrasıdır)

Kıymetdar Üstadım!

Tarih-i mektubdan iki gün evvel idi. Yirmiyedinci Mektub’un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulûsî ve Re’fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risâletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur’a karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektubla teşrif etti. Bekir Ağa, mu’tadının hilâfı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba’det-takbil beraber açtık. Bir varak-pâre-i fâzılaneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmının sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi. Yirmiyedinci Mektub’un Üçüncü Zeylinden hâsıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa’nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevafukatın gayesinin mebde’ini gösteren Sekizinci Remiz’deki, sevgili Üstadımızın ma’nevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir hâlet-i azîme tevlid etmişti ki, işte o dakikam saâdet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi. Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde, “var ol, mes’ud ol, bahtiyar ol Üstadım” nidaları kalbime tercümanlık eden lîsanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk def’a Bekir Ağa ile, bir def’a Rüşdü Efendi kardeşimle, bir def’a da Re’fet Bey kardeşimle okudum.

Evet sevgili Üstadım, senelerden beri Kur’ân-ı Azîm-ül Bürhan’ın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risâletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur ile meydana çıkarmıştınız. İşte azîm bir define daha lütf-u İlâhî ile Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzinde en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezâhür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.

Bin üç yüz seneden beri, sâhib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lîsanında, semâvatta melek ve ruhanîler lîsanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Furkan-ı İlâhî’nin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciznüma bir sadâ ve lâtif bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.

O kıymettar Kur’ân’ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celâli karşısında her şeyi kendine secde ettiren bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalarıyla gösteren Risâlelerinizin kıymeti ne büyüktür. O risâlelere nasıl kıymet verilir. Nasıl başkasıyla müvazene edilir, nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur edilir?

Beşerin zulmetli sîmasına nurlar saçan ve tevhid hâricindeki her türlü akideleri zîr ü zeber eden ve şâkirdlerine gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lîsan ile söyleyen o risâleler ve o risâlelerin sâhibi ve naşiri olan sevgili Üstadım, siz talebelerinizin kalblerinde risâlelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir sûrette yaşıyorsunuz ki, küçük bir işâretinize müheyya talebelerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevâli eden ve tükenmek bilmeyen İlâhî bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile, büyük büyük cemâatlerin arasında hürmetle yâdedileceğinize (Hâşiye). ve nâmınızın dünya ve ukbâda ihtiramla taşınacağına ve Risâlelerinizin pek büyük hâhişle revaçta olacağına kaviyyen ümidvârım.

Evet, nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlarda bile, hakkı söylemekte susmayan ve pek âlî ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur’ân-ı Kerîm’in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım! Sizin din-i mübîn-i İslâm’a olan merbutiyetinize ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa’yinize mükâfat olarak defter-i hasenâtınıza Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd Hazretleri (lâ yü’ad ve lâ yuhsâ) ecirleri yazmasını rahmet-i İlâhîyeden niyaz ederim.

Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risâletü’n-Nur’a medyun olmasın ki, semâmızda dolaşan Güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur’ân’ın arş-ı a’zamından gelen nurlarla ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, risâlelerinizde gösteriyorsunuz.

İşte o risâleler ki, herbiri başlı başına menba’ları ve mecraları ayrı ve fakat bir bahr-i muhit-i ummana dökülen nehirler gibidir. Sonsuz olan bu nehirlerin, hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cedveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemâatler nasıl tefeyyüz etmez?

Bu enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse, hayat-ı ebediyenin civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saâdet-i dâreyni bir anda elde ederler.

Risâleleri okuyanlar, sevgili Üstadım! sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için, bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?

Bunca zamandan beri “Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın dellâlıyım ve bu kudsî vazifemi hiçbir şeye değişmem” diye vaki’ olan ilânatınıza, bir kat daha kuvvet veren, bu kereki neşir buyurduğunuz Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi ne güzel gösteriyor ve bu gösterilen hakîkatlara meftûn olmamak mümkün mü?

Ah sevgili Üstadım, lîsan ve kalemim müsaid olsa, her bir risâle için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem. Heyhat, her şeyde olduğu gibi, bu hususta da ben fakirim.

Evet sevgili Üstadım! Sevincimizi artıran bir mes’ele daha var. O da Kenzü’l-Arş duâsının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’âniye nâmı altında neşredilen iki sahifelik huruf-u hecâiye-i Kur’âniyenin bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da, yazmakta olduğumuz tevâfuklu ve hâşiyeli Kur’ân-ı Kerîm’in baş tarafına, umumun istifade ve istifâzalarının kolaylıkla te’minine binâen dercedilmesi hakkındaki tensib-i fâzılâne-leridir. Bu tensib bizce de pek çok musîb görülmekle, fakir talebenizin nazarını mâziden hâle, hâlden de istikbale çeviriyor. Ve istikbâldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara müstağrak kılıyorsunuz.

Ahmed Husrev
--------------------------
(Ehemmiyetli bir hâşiyedir, Üstadın el yazısıdır):
(Hâşiye): Ben kardeşim Husrev'in bu makamdaki hissiyatına iştirak edemiyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edil-mek, hakîkat-bîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer rıza-yı İlâhî varsa, o rıza-nın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse; bir derece emâre-i rıza ol-mak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli.
Mâdem Husrev hakîkat-bîndir, elbette benim şahsıma havale ettiği şe-refi, risâleleri niyet ediyor. Zâten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek birisine verilmez.
Səs yoxdur