Barla Lâhikası | Mektub 130 | 137
(137-137)

(Sabri’nin fıkrasıdır)

Üstad-ı A’zam Efendim Hazretleri!

Bu def’a hoş ve lâtif tevâfukatiyle nurânî yolculara dest-i ma’nevîsini uzatarak, ziyâdar parmağıyla “Bizler başıboş, gelişigüzel serpilmiş şeyler değiliz. Belki müvazene-i tâmme ve tevâfuk-u hakîkiye ve bir kıyâs-ı kat’iyye ile inkişaf ve temevvüc eden Kitab-ı Semaviye-i Kur’âniyenin misalsiz birer yıldızlarıyız.” diyerek, bâlâsı zîrine, sağı soluna eyadi-i ma’nevîsiyle musafaha ve mukabele edercesine, tevâfukatı müşahede edilen Kitab-ı Mübin’in lemaât ve tereşşuhatının tevâfukatı, Onuncu Söz’de dahi müşahede edildi. Bu Söz’ün ma’nidar ve hikmettar tevâfuk ve intizamları, sanki kemâl-i hararetle yekdiğerine müştak ve mütehassir birkaç samimî ve ciddî kardeş ve arkadaşların vuslatları gibi, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın her bir âyât ve kelâmı, taht-ı tasarrufuna aldığı kelime ve kelâmları, yine semavatın hadsiz elektrikleri olan yıldızlar gibi parlatarak, şu letâfetleri ile, insaniyet tarifine tam dâhil olan zîşuuru mest ve hayran bırakıyor.

Şurası da şâyan-ı hayrettir ki: Şu mübârek Onuncu Söz, mevzuu olan haşir mes’ele-i mühimmesi, kâinatın hitam-ı ömrüne muallâk ve mukadder olduğu gibi, Risâletü’n-Nur arasında dahi, bu Söz’ün en son tevâfukatını göstermesi de ayrıca bir tevâfuktur diyorum. Cennet nehirleri demek olan Kur’ânî nehirleri, envâ-i türlü âvâziyle coşkun coşkun aksın aksın ki; zaman-ı câhiliyet ve devr-i fetrette, son derece ihtiyaçlı olan akvâm üzerlerine tulû eden şümûs-u Kur’âniyenin sür’atle inkişaf ve tevessü’ ve nev’-i beşerin humsunu ihyâ, ebedî ve dâimî bir nurla tenvir ve izâe eylediği gibi, şu asr-ı dalâlet ve hüsran ve devr-i bid’at ve tuğyanda, ehl-i îman ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun.

Evet altı-yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören lâtif ve nazîrsiz bir gül-ü Muhammedîyi (A.S.M.) koklayan ümmet-i Muhammed (A.S.M.) Sûre-i Kevser’den

mükâfat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini aldı. Ve bu noktaya ruhum emin idi ki; çoktan beri ehl-i îman ve tevhid, İslâmiyet gibi bâki ve sermedî Güneşin küsûf ve ufûlüne canavarcasına çalışmayı kendine vazife addeden ehl-i dalâletin pis proğramlarını görüp nevm-i gafletten uyanarak, Sure-i Kevser’i tâkib eden iki sûreyi lîsan-ı hal ve kal ile okuyarak zındıklara hitaben, “Bizler sizin nifak denizinde serseriyâne ve zulümkârâne gezen dalâlet ve sefâhet gemilerinize binemeyiz; ancak, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın nurânî ve tevhid sikkeli îman ve İslâm zırhlılarına bineriz; menzillerimize vardığımızda muvaffakıyet ve semere-i sa’yimiz tezâhür ve tahakkuk eder.” diye bağırarak ve

ilh.. ferman-ı mübinini tilâvetle, Sûre-i Kevser’in müjde ve beşâreti bizleri kuvvet ve metanete sevk, hem behçet ve meserrete yetiştirdi. Ma’rûzatiyle nusret ve fütuhatın gelmesi kokusunu alarak, fevc fevc dâire-i Kur’âniyeye arz-ı dehâlet ettiler. Bu hususta tesbih ve tahmidin ehemm vazifeleri olduğunu anlayarak tevbelerini reddetmeyen Cenâb-ı Rabbü’l-İzzet Hazretlerine istiğfara şitâb edip salâh ve felâh ve fevz-i necat yollarını tuttular.

“Hemen Rabbim, hakîki verese-i Enbiyayı teksir, dünyevî ve uhrevî âmâl ve makâsıdına muvaffak buyursun” duasını tekrar ile beraber Onuncu Söz’ün âciz kalemime kumanda verip yazdırdığı şu arîzacığımı takdime cür’et eder, bilhassa dest ve dâmen-i muallâlarını öperim efendim..

Hâmiş: Harman ortasında Mevlevi-vâri dolaşan bu biçâre çiftçi, sözlerini de işlediği işe benzeterek, söylediğini tekrar söylemiş; geçtiği yere dönmüş, yine gelmiş ise de, ne yapsın? Üstadı, yıldırım gibi seri’ hatvelerle ilerlerken, hiç olmazsa karınca yürüyüşü tâkib edeyim, irtibat kesilmesin niyetiyle şu perişan cümleleri derc ve takdim ettim efendim.

Mustafa Sabri

(Rahmetullahi Aleyh)


Səs yoxdur