Barla Lâhikası | Mektub 158 | 165
(165-165)

(Hâfız Ali’nin dersini ne tarzda anladığını gösteren bir fıkrasıdır)

Muhterem Üstadım!

Otuz Birinci Mektub’un On Dördüncü Lem’asının, İkinci Makamını bir def’a kendim okudum. Pek cüz’î istifade ile, dimağımda bir lezzet hissettim. İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı ki; eğer kalb ve kalemim ruhuma tercüman olabilseler, belki bir derece siz üstadıma minnetdarane arza cür’et eylerdim. Heyhât ne kalbim ve ne de kalemim ve ne ruhum, acz ile önüme çıktılar ve itiraf-ı kusur ediyordular.

Sevgili Hocam! Sözler ünvaniyle neşr-i envâr ve feth-i bâb-ı rahmet eden envâr-ı Kur’âniye esasen has, mahsus bir sikke-i hâtemi taşımaktadırlar. Her bir parçasından, şümullü rahmet-i İlâhîyeye cüz’î, küllî bir kapısı var gösteriyor ve göstermekle kapıları açık bırakıyorlar. Bu mübârek risâleyi, Süleyman, Zeki, Zekâi ve Lütfü kardeşlerimle okurken, hayalime bir büyük müzeyyen bir saray gösterildi. Aslı ve hakîkatını ve vüs’atini ve müzeyyenatını temaşa için rûhen çıktım baktım ki, yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm. Zekâi kardeşim devam ediyordu. Tekrar o saray şeklinde mutantan, revnaktar, kıymetçe, mâhiyetçe aynı ufak bir saray-ı vücûd âlemi gördüm. Ve feth-i bâb edip temaşa etmek istedim. Anahtarı yoktu. Birden kardeşimin ağzından

işittim. Kapı açıldı.

dedim. Gördüm ki; büyük sarayın müştemilâtı ve tezyinatı, o küçük sarayda dercedilmiş. Âdeta çarklardan mürekkeb bir saat ve çok ipleri hâvi bir nessacdır. Dikkat ettim, o saati kuran ve işleteni ve o ipleri gûna-gûna boyayıp dokuyanı, gündüzü gündüz eden Güneş olduğu gibi, pek parlak bir sûrette îzah buyurulunca gördüm. Tekrar

dedim ve şu âlem-i kübrânın fihristesini ve nümunesini elime alınca artık pervasız seyahata çıktım.

Muhterem Üstadım! Şu söz öyle bir hakîkatı ders veriyor ki, daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan bir şey kalmıyor. Her gördüğü munis bir arkadaş oluyor ve susuz vâdiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz bir bahçe hükmünde Hâlık-ı Rahîm tarafından ihzar edilmiş ve tılsımı da

olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa, o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil, belki camid olarak bulunacağını îzah buyuruyorsunuz. Hele bizi her zaman, günde kırk def’a havsalamız almıyarak “ah!” ile geri dönen mi’rac-ı mü’min olan namazda

sırrı öyle bir düğme olarak gösteriliyor ki; her mü’min kendi vücûd âleminde bir elektrik fabrikası görüyor. Ve düğmesini açınca bütün dünyayı ziya ile gösteriyor.

Sevgili Üstadım! Cenâb-ı Hak bu kıymetli eserleri kıyamete kadar mü’min kullarına yetiştirsin, duasıyla hatm-i kelâm eylerim efendim.

Kusurlu Talebeniz

Hâfız Ali


Səs yoxdur