Barla Lâhikası | Mektub 167 | 174
(174-174)

(Said Nursi’nin bir fıkrasıdır.)

Aziz, Sıddık, Hakîkatlı, âhiret kardeşlerim ve ciddî ve kuvvetli arkadaşım!

Kur’ân-ı Hakîmin baş hâşiyelerinde, âyât-ı Kur’âniyenin adedi altı bin altı yüz altmış altı olmakla, envâr-ı Kur’âniye ve hakîkat-ı Fürkaniye eyyâm-ı şer’iyye ile altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, küre-i arzda hükmü cereyan edeceğine işâret ettiğine dâir sualinize, o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için, îzahlı cevap veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: (Âsım’ın suâli ehemmiyetlidir, cevap ver.) Ben de o ihtâra binâen, iki esasla bir parça îzah edeceğim:

Birinci Esas: Nasıl ki (Nur-u Muhammedî Aleyhissalâtü vesselâm) ve hakîkat-ı Ahmediye, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası, hem hâtime-sidir. Bütün enbiya onun asl-ı Nurundan istifaza ve hakîkat-ı dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve Nur-u Ahmedî (A.S.M.) cebhe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübârekine müteselsilen tezâhür edip neşr-i Nur ederek, intikal ede ede tâ zuhûr-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

Hem mâhiyet-i kudsiyyet-i Ahmediye, Risâle-i Mi’racda isbat edil-diği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, öyle de Hakîkat-ı Kur’âniye zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar, Hakîkat-ı Muhammediye (A.S.M) ile beraber, müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşr ederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan, Fürkan-ı Azîmüşşan sûretinde cilveger olmuştur.

Bütün enbiyanın usûl-ü edyanları ve esas-ı şeriatları, hulâsa-i kitabları Kur’ânda bulunduğunu, ehl-i tedkik ve ehl-i hakîkat ittifak etmişler. Bu sırra binaen zaman-ı fetret-i mutlakanın ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile zaman-ı Âdem’den tâ kıyâmete kadar, eyyam-ı şer’iyye ile ta’bir edilen yedi bin seneden, fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, din-i İslâmın sırrını neşr eden hakîkat-ı Kur’âniye, küre-i arzda ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işâret edi-yor demektir.

İkinci Esas: Ma’lûmdur ki, küre-i arz’ın mihveri üstündeki hareketi ile gece gündüzler ve medâr-ı senevîsi üstündeki hareketi ile seneler hâsıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin, belki sevâbitin ve Şems-üş-şümusun dahi, her birinin mihveri üstünde eyyamı mahsuse gösteren bir hareketi ve medârı üzerinde deveranı dahi, bir nev’i seneleri gösteriyor. Hâlik-ı Arz ve Semâvâtın hitâbât-ı ezeliyesinde, o eyyam ve seneleri da-hi, irae ettiğine delil şudur ki: Fürkan-ı Hakîm’de


gibi âyetler isbat ediyor. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında, gurub ve tulû’ mâbeyninde dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut tâ, Güneşin mihveri üstünde bir aya ya-kın yevminden, hatta kozmoğrafyanın rivayetine göre, tâ (Rabb-üş-Şi’ra) ta’biriyle Kur’ânda nâmı ilân edilen ve şemsimizden büyük Şi’ra nâ-mında diğer bir şemsin, belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şems-üş-şümusun mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbânîye vardır.

İşte semavât ve arzın Rabbi, o Şems-üş-şümüs ve Şi’ra’nın Hâlik’ı hitab ettiği vakit, o semavât ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder. Ve zikr etmesi gâyet yerindedir.

Mâdem eyyamın lîsan-ı şerî’de böyle itlâkatı vardır. İlmü’t-tabâkatü’l-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ulemâsınca, nev’i beşerin yedibin se-ne değil belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, ömr-ü beşer kıyâmete kadar olan müddet yedi bin senedir. Diye vâki olan rivâyat-ı meşhurenin ve beyân ettiğimiz atı bin altı yüz altmış altı sene, Nur-u Kur’ân hükümfermâ olduğuna münâfi olamaz. Çünkü eyyam-ı şer’iyyenin dört saatten, elli bin seneye kadar hükmü ve şümülu var. Fakat vâkideki eyyamın hakîkatı, o rivayet-i meşhurede hangisi oldu-ğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi.

Kur’ân’ın başındaki hâşiyeyi yazdığım zaman dahi vâzıhan bana gösterilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasip değil. (Lâ ya’lemülğaybe illâllah)

Şu mes’elede şimdilik delîlini gösteremiyeceğim bir müddeâyı beyân ediyorum. Şöyle ki: Şu dünyanın bir ömrü ve şu dünyadaki küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve küre-i arzda yaşayan insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç mahlûkun, saatın içinde dakika, saniye, saatı sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev’-i insanın ömrü küre-i arzın iki hareketiyle hâsıl olan ma’lûm eyyam olduğu gibi zîhaya-tın vücûduna mazhar olduğu zamandan i’tibâren, küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan Güneşin mihveri üstündeki hareketi ile hâsıl olan eyyam iledir. Ve dünyanın ömrü ise Şems-üş-şümusun hareket-i mihveriyesi ile hâsıl olan eyyam iledir ki:

Şu halde nev’-i insanın ömrü yedibin sene eyyam-ı ma’lûme-i arzî ile olsa, küre-i arzın hayata menşe’ olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı şemsiye ile iki yüz bin seneyi geçer ve şems-üş-şümusa tâbi âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü, Şems-üş-şümusun işâret-i Kur’âniyye ile her bir günü 50.000 (elli bin) sene ol-masıyla yedi bin sene o eyyam ile ne kadar ettiğini kıyâs et. Takriben yüz yirmi altı milyar senedir (126.000.000.000) (Hâşiye).. Demek ey-yam-ı şer’iyye ta’bir ettiğimiz eyyam-ı Kur’âniyede bunlar dahildir. Evet semâvât ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları isti’mâl etmek, Kur’ân’ın ulviyetine ve muhatabının kemâline yakışır ve ayn-ı belâğattır.



Said Nursî
----------------------------
(Hâşiye): Bu hesap Şam’lı Hâfız, Kule önü’nden Mustafa ve arkadaşı Hâfız Mustafa’nın şehâdeti ile bir dakika zarfında ezber yapılmıştır. (Sene üç yüz altmış gün hesabına göredir, kusur varsa bakılmamak gerektir.)
Səs yoxdur