Barla Lâhikası | Mektub 183 | 190
(190-190)

(Hulûsî Bey’in fıkrasıdır)

Bu hafta Otuz Birinci Mektub’un Yedinci Lem’ası ile Üçüncü Lem’asını, hazine-i Mektûbât’a ilâve ve muhibban ve müştâkâne tilâvet eylemekle, vesâtat-ı âliyenizle, bir lütf-u azîm-i İlâhîye daha mazhar olduğumdan dolayı Kerîm, Rahîm, Bâki-i Zülcelâl’e yüzbinler hamd ve şükür eylemekte ve sevgili üstadımı rızâyı Samedânîsine ve vazife-i meşkûre-i ma’nevîyesinde devamlı, nüfuzlu, şümullü muvaffakıyetlere mazhar buyurmasına abîdane tazarru’ ve niyazlarda bulunmaktayım. Bu biçâre ve isyankârdan çok dua beklediğinizi emir buyuruyorsunuz. Ben o dergâh-ı âlîye ancak bir nevi i’cazının izharına Fahrü’l-Âlemîn, Ha-bib-i Rabbü’l-Âlemîn, Seyyidü’l-Mürselîn Sallallahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerinin en büyük mu’cizesi olan, tâ kıyam-ı saate kadar hükmü ve i’cazı bâki olacağına îman ettiğim Kur’ân’ın nurları delâletiyle ve üstadımın mübârek isimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken, “Ya Rab, üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, Dâreynde muradlarını hâsıl kıl!” diye yalvarmayayım? Asla ve kat’â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatça inşâallah vesile-i icabe-i duadır.

Aziz Üstad! Sadîkınızın zaîf ruhu, bu fâni hayatta olduğu gibi, bâki ve sermedî hayatta da inşâallah ulvî ruhunuzun cenah-ı şefkatinden ayrılmayacaktır, ayrılamıyacaktır ve ayıramıyacaklardır.

Evet gayr-ı kabil-i inkârdır ki, bu fâni hayatın dağdağaları arasında, havas ve letâif her zaman müştakı bulundukları münevver ve muhteşem âyineye bakamıyorlar; fakat o meşgaleden feragat edildiği anda, yine Nur bütün haşmetiyle arz-ı didar ediyor. Bu zamanlarda hiç ayrılık hissetmiyorum. Hatta ihtilaf-ı mekânı da te’sirsiz görüyorum. Yedinci ve Üçüncü Lem’aların bura postahânesine vürudu, Ramazan’ın onbirine tesâdüf ediyor. Bir gün postada kalmasına karşılık tutulursa, her bir Lem’a, bu mübârek ayın başından onuna kadar birer gün almışlar ve

olan aşr-ı ûlayı Ramazanda mahall-i maksuda vâsıl olmuşlardır. Müftülük ilânına göre tam onuncu gündedir. Dördüncü ve Sekizinci Lem’aları da bu mâh-ı gufrânın on dördüncü günü aldım. Posta bir gün evvel geldiğine ve bir gün de postada kalışına veya birinci makama sayılırsa bu nurlu eser de, sanki Ramazanın her gününde bir Lem’a alarak yerini bulmakla, hem bu adetlerin boşuna konulmadığına, hem de

olan aşr-ı sâniyi Ramazanda yazıldığı mahalle yetişeceğine sarahat derecesinde delâlet ediyor.

Şu saatte şuâatını gözüme sokan Güneş gibi, bu kadar nurlu ve zâhir hakâikı, mahza bir inâyet-i İlâhî olarak, bu biçâreye gösterilen, bu mübârek eserlerden, bu Nurların bihavlillâh gurubsuz tulû’ ettikleri mahalle, Utarid ve Zühre gibi maddeten ve ma’nen yakın bulunan Hizbü’l-Kur’ân’a dahi hâfız, sadık, hâlis ve salih kardaşlarımın daha çok esrar anlayacaklarına şübhe etmiyorum.

Mâdem ki, merkez-i feyze en uzak bulunan âciz bir kardeşlerinin mübârek eserler hakkındaki duyguları, kendilerinin de lâyıklı, ma’nalı çok değerli ihtisaslarını beyâna vesile oluyor. İnşâallah bu hareketleri hizmet-i Kur’ân’dan ma’dud olur. Âlî huzurunuzda kardaşlarımla biraz konuşmak istiyorum.

Kardaşlarım, bu biçârenin Nurlarla iştigali üç devreye ayrılmıştır:

Birincisi: Üstad Hazretleriyle ilk teşerrüf etmek saâdetine nâil olduğumdan i’tibâren intişar etmiş olan eserleri, kendim için istinsah etmek.

İkincisi: Yine muhterem Üstadımın emirlerine imtisalen Sözler’in, muhtelif tabaka-i nâsa te’sirleri ve kabil-i cerh, lâzımü’t-tashih, mûcib-i itiraz cihetleri olup olmadığı hakkında, kasır aklımla anlayabildiğim kadar ve kısa görüşümle seçebildiğim kadarını arz eylemek ve bütün fırsatlardan istifade ile, din kardaşlarıma faideli olmak, onlara da bu Nurları göstermek, dikkat-i nazarlarını celbetmek, kalbî ve bâtınî yaralarına merhem eylemek emeliyle, ihtiyarsız ve ma’nevî bir te’sir altında âsâr-ı Nur’u aşk ile okumak.

Üçüncüsü: Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutâvaatla, bildiğiniz vechile her birisi bir türlü letâfet ve belâgat ve celâdette ve çok kolaylıkla akıllara hayret verecek tarzda intişar etmekte olan nurlu âsâr hakkındaki ihtisaslarımı arz eylemek ve bizzât veya kardaşlarım nâmına, ba’zı Kur’ânî müşkilât ve tereddüdatı makam-ı feyze takdim ederek, bu tarîkle hem müşkilin halline, hem de sâil ile birlikte diğer kardaşların da istifadelerine âcizane hizmet eylemek. Denizden katre mesabesindeki bu Kur’ânî hizmetten dolayı, bu biçâreye bir kıymet atfetmeyiniz. Çünkü maalesef hiç liyakatım olmadığını ben çok iyi biliyorum.

âyet-i celilesi ümid vermemiş olsa, isyanımın nihayetsizliği karşısında çıldırmak işten bile değil.

Öyle ise aziz kardaşlarım, bu zavallı kardaşınıza hayır dua buyurmanızı bilhassa rica ediyorum. Kur’ân hesabına bakılırsa, o zaman belki ba’zı güzellikler görünebilir. Bu da sevgili Üstadımızın buyurdukları gibi, Kur’ân’ın güzellikleri ve menba’-ı kevserden gelen Nurların lâtifliği, bu hususu te’min etmişlerdir. Hîn-i sabavetimden beri, en ziyâde menfurum, (Felillâh-il-hamd) yalan söylemektir. Onun için hakîkatı ifade ettiğime emin olabilirsiniz ki, yukarıda arz ettiğim üç safhada ihtiyar ve tesâdüf yoktur. Hâkim olan bir dest-i gaybî ve kader-i İlâhîdir. Bunu hissediyordum. Kader-i İlâhîyi îzaha lüzum yok. Dest-i gaybın da Gavs-ı A’zam Sultan-ı Evliya Bâzü’l-Eşheb, Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (Kuddise sırruhul âlî) Hazretleri olduğunu son def’a öğrenmiş olduk.

Fakat muhterem Üstadımın âlî afvlarına istinâden şunu ilâve edeyim ki, Gavs-ı A’zam Hazretlerinin kerâmet-i gaybiyeleri, sarahaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerini göstermektedir. Çocukluğundan beri hârika tercüme-i hali tedkik edilecek olursa görülür ki, bu zâtın vücûdu sırf Kur’ân ve îman hesabınadır. Ondandır ki o hârika hâlâta mazhar olmuş. Biz biçâreler bu şem’in pervanesi oldukça, hizbü’l-Kur’ân nâmına Hazret-i Gavs’ın himmet ve duasına ve cedd-i zîşânı Peygamberimiz (Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem) Efendimiz Hazretlerinin şefâatine, iltimasına ve nihayet Münzilü’l-Kur’ân’ın afvına, himayesine mazhar olacağımıza da şübhe edilmemek lâzımdır.

Allah-u Zülcelâl Hazretleri cümlemizi muhafaza buyursun. Âmîn! Dâreynde bâis-i necatımız olan bu hizmeti bilkülliye terk edecek olursak, o zaman helâkimiz muhakkaktır. Mâdem ki, elimizde ma’fuv olduğumuza dâir senedimiz yok; bâis-i feyzimiz Üstadımız Hazretlerinin bizlere şefkatinden dolayı kerâmet-i gaybiyeden haber verdikleri müjdeler, yalnız şevkimizi ve şükrümüzü artırmaya vesile olmalı. İsimlerinin sarahaten zikredildiğini bildirmekle beraber gösterdikleri âlî ferâgat, cümlemiz için nazar-ı ibretle görülmeli ve cidden taklid olunmalıdır.

Yine, emirlerindendir ki; bizler hizmetle muvazzafız, mükellefiz. Netice ile değil. Bu nurlu hizmette bizleri birleştiren Allah-u Zülcelâl’den niyâzım: Haşirde de livâyı Muhammedî (A.S.M.) altında haşr ve cem’ olmaklığımızdır.

Müsaadenizle sadede geliyorum:

Otuz Birinci Mektub’un Yedinci Lem’asına esas olan üç âyet-i celilenin tefsiri hârika bir tarzdadır. Bilhassa İkinci vech ile Birinci Vechin ikinci ihbar-ı gaybî ciheti işitilmemiş bir sûrettedir. Bu Mektub’un Üçüncü Lem’ası ki,

âyetinin mealini ifade eden

cümlelerinin gösterdikleri iki hakîkatten çok büyük feyz aldım. Garîbdir ki, bu mübârek eser

âyet-i celilesiyle başlamakla, sanki bu fakirin gördüğü rü’yaya bir işâret yapıyor ve diyor ki: Senin rü’yanda gördüğün kamer, bu âyette bahs buyurulan rü’yanın sâhibi iki cihan Fahri (Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem) Hazretlerinin bir parmak işâretiyle ve izn-i Hak’la inşikak etmiştir. Şems onun hâtırı için, On Dokuzuncu Mektub’da beyân buyurulduğu üzere, bir saat hareketsiz görünmüştür, gibi mu’cizatını hatırlatarak; (Ey gâfil, ittiba-ı sünnet et!) diyor. Bu rü’yayı nakleden mektubumda, Otuz Birinci Mektub’un Birinci ve İkinci Lem’alarıyla, Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Birinci Remzinin Birinci Makamından gelen feyiz neticesi, ihtiyarsız yaptığım ta’birin sonunda yazmış olduğum

âyet-i celilesinin bir nevi i’cazlı tefsirini beyân buyurmakla, mektubuma gâyet lâtif ve çok muhteşem bir cevab verilmiş oluyor. Otuz Birinci Mektub’un Dördüncü Lem’asının Birinci Makamı (Minhacü’s-Sünne) denmeğe hakîkaten lâyıktır.

Birinci Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetîne şefkatinin derecesini ve bihakkın Şefîu’l-Müznibîn olduğunu göstermekle beraber, Süleyman Efendi merhumun mevlid-i şerifindeki:

Tıfl iken ol diler idi ümmetin,

Sen kocaldın terkedersin sünnetin.

vecizesini hatırlatmakta ve ol Hazret’e ümmet olanlara, sünnetlerine riayet lüzumunu ehemmiyetle ders vermektedir.

İkinci Nükte: Cenâb-ı Peygamber Sallâllahü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübâreklerinin, ilâ yevmil kıyam Hz. Hasan ve Hüseyin (Radıyallahu Teâlâ Anhümâ)dan geleceklerini ve istikbalde çok mübârek zevâtın da, bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı nübüvvetle gördükleri için, bu iki hafidine bütün o nurlu zâtlar hesabına şefkat göstermesi; öyle bir tariftir ki, beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.

Üçüncü Nükte: Nass-ı katı’ ile sâbit ve hadîs-i Nebevî ile müberhen Âl-i Beyt’e muhabbete işâret etmekte, bu vazifeyi îfaya davet eylemektedir. Çünkü: İslâmiyet bir vücûdsa, bu vücûdun belkemiği muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullah’tır.

Dördüncü Nükte: Şîaları ilzam edecek kadar kuvvetli bir derstir. Bu şümullü dersten gaye ne olduğu, sonunda mükemmelen icmâl edilmiştir.


emr-i celiline tevfikan, bütün mü’minler tevhide çağırılmıştır. Kerâmet-i Gavsiyenin işârâtını teyid eden remizleri def’aatle okudum. Bu müjdeler hamd ve şükrümü artırmıştır. Zenbilli Ali Efendi’nin hâle çok uygun olan fıkrası hoşuma gitti. Lâtif tefe’ülünüz (hitâmühü misk) kabilinden olmuştur.

Evet, Kur’ânî bahçede her zaman başka renkte, başka letâfette, başka te’sirde hakîki Cennet çiçekleri açılıyor. Bu mezherenin bülbülünü ve onun gönülleri teshir eden nağmesini dinleyen, meşk eden yoldaşlarına, dâreynde selâmet ve saâdet ve muvaffakıyetler temenni ve niyaz eylerim.

Şâirin zamana muvafık bir beyti:

Bir mevsim baharına geldik ki, âlemin

Bülbül hâmuş, havz tehî, gülistan da harâb.

Ben de derim:

Öyle bir bid’alar devrindeyiz ki İslâmın

Bir bülbülü, bir gülistanı kalmış Kur’ân’ın.


Kerâmet-i Gavsiye’yi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu biçâreden bahis edilişi, okumak hususunu düşündürüyor. Mübârek Ramazan (Hâşiye).bir an evvel bu isyankârların, kadirnâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyetde, sür’atle elimizden gitmektedir. İmâm Ömer Efendi geçen sene, “Ramazanın Hikmetleri” eserinin, Ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu Ramazanın birinci cuma hutbesinde, ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemâate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim.


Hulûsî
--------------------------
(Hâşiye): Garîbdir ki, Hulûsî’nin bu sözünü belki yirmi def’a tekrar et-mişim. Süleyman gibi dostlar şahiddirler. Demek bir hakîkat var ki, ikimizi böyle söyletmiş.

Said




Səs yoxdur