Barla Lâhikası | Mektub 211 | 218
(218-218)

Aziz, Sıddık, Vefadar, Hakîkatlı, Fedakâr Kardeşlerim Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid!

Çok mübârek hediyenizi açtık gördük ki, Van hediyesi değil, belki Medine-i Münevvere ve Ravza-i Şerife’nin mübârek kerâmetli hediyesidir. Hem fiatı, üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla ma’nen kıymetlidir. O mübârek hediyeyi Medine-i Münevvere nâmına, bu havalideki Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzi’ etmek için -alerre’s-i vel’ayn- kabul ettik. Fakat bu ma’nevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtar edildi. Yâni Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyorum ki, Kur’âna ve Zât-ı Risâlet’e hizmetimizin bir alâmet-i makbûliyeti nev’inden olarak, bir iltifat-ı Nebevîyi hissettim.

O sırrı size açmak münâsib görüldü. Şöyle ki: Şimdi bu mektubu yazan kâtib ile kardeşi Mes’ud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağa’nın bahsi geçti. Beraberimde kâtib Tevfik ile Mes’ud’a dedim: Bütün kitabları Diyarbekir’deki Ahmed Ağa’ya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı Şerif tarafına, ya Van’daki sıddıklara ulaştırsın. Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi.

Aynı günde siyah bir mürekkebimiz vardı. Keşki güzel bir kırmızı mürekkebimiz olsaydı dedik. Biraz o mürekkebden taş üzerine döktük, siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hale yedi-sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi de bir fâl-i hayr addettik. Fesübhânallah, dedik, bunda bir sır var. Sonra birdenbire hatırıma geldi; Şam-ı Şerif’te eniştem Molla Said var, bir kısım kitabları Ahmed Ağa’ya verip göndereceğim, dedikten sonra tam bir sıddık olan Nuh Bey hatırıma geldi.

Evvel başka memleket niyetiyle, sonra İstanbul’daki kardeşlerin istemesiyle, siyah tali’imiz sûretini değiştirip parlayacaktır, diye ma’na verdik. Sonra Mısır’a niyet edip yazdırdığım kitabları, en lâyık Van’ı ve en sadıkı Nuh’u gördüm, ona göndereceğim diye Ahmed Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur’a kadar gönderdim.

Sonra bu işde öyle bir muvaffakıyet ve teshilât göründü ki, şübhe bırakmadı ki, burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celbetti. Dikkat ettik ki, evvelki mektubda size yazdığımız gibi, İstanbul’da oturan bir adam, üç def’a buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Bey’in üç def’a mektub telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulûsî Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektubda, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işâret-i inâyettir, bu tesâdüfî değil.

Sonra Nuh’un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim nâmımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesab ettik ki, biz burada hangi tarihte kitab hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk. Aynı tarihte Nûh habersiz olarak kırk gün mesafede, bize o nisbette ve ma’na cihetiyle onun gibi mübârek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevâfuk kat’iyyen tesâdüf değil. Hatta bir kısım dostlar dediler ki, bu Nuh Bey’in kerâmetidir. Acaba Nuh Bey’in kerâmeti var mı ki, biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor dediler. Dedim ki: İhlâsın ve sadâkatın dahi velayet gibi kerâmeti var. Belki ba’zan daha fevkindedir.

Hediyenin vürûdundan sonra, bir ay kadar kaza merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nuh’un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkinde çıktı. Bu teberrüke karşı istiğna değil, belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum.

sırrınca Habîb’in diyarından gelen her şey mahbubdur. Ve onun içinde bir, bilhâssa Ravza-i Mutahhara’nın levha-yı müzeyyene ve münevveresi var idi.

Bir kısım san’at-ı İlâhîyenin bir nevi küçük müzehânesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-yı mübârekeyi dahi ta’lik ettim ve karşısında oturdum; derince, müştakane temâşâya başladım. Birden o levhada bana ihtar eder gibi kalbime geldi: “Bizler senin risâlelerinin ma’nidar işâretleriyiz.” Fesübhânallah dedim, bu hediye içinde sırlar var.

Tedkike başladım. Baktım ki, gönderdiğim risâleler kaç parçadır, her bir parçaya mukabil bir nevi hediye var. Yirmi bir parça, hem risâlelerden hem teberrükten saydım. Bu çeşit teberrükü, şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip, her nev’den bir kısım alsın. Hem benim hesabıma Medine-i Münevvere’nin mübârek eşyasını bana ayırıp göndersin. Bu demek Nuh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara sâhibinin bu teberrük içinde bir iltifâtı vardır.

Mâdem kitabların parçaları ve hediyelerin nev’leri birbirine tevâfuk ediyor. Öyle ise her bir nev’, bir nev’ kitaba işâreti var, münâsebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise, Mu’cizat-ı Ahmediye nâmında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektub’a muvafakat münâsebeti var. Çünkü şu levha o Ravza-i Mutahhara’nın ve Hücre-i Saâdet’in sûretini gösterdiği gibi, Mu’cizat-ı Ahmediye Risâlesi dahi, Asr-ı Saâdet’in ma’nevî sûretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işâret ediyor. Şu kubbe Mi’rac Risâlesine bakıyor.

Öyle ise sâir nev’lerin dahi, risâlelerin nev’lerine işâret eder diye, dikkat ettim ki; yedi nev’ hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuzüç tane kadar. Fesübhânallah dedim, yedi nev’i göndermekte ne ma’na var. Birden kalbime geldi ki: Îman-ı Billâh’a dâir yedi nev’ ile aynı hakîkat yazılmış. Van’a gönderilmiş. Dikkat ettim, evet mevzu’ vahdâniyet-i İlâhîye olduğu halde; Yirminci Mektub ile sûreti küçük, ma’nası pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz herbiri birer risâle, Birinci Makam, İkinci Makamı ve Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf her biri birer risâle hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektub, Otuz Üç Pencere ile yedi risâledir. O da aynen yedi nev’ envâr-ı marifetullahtan bir şems-i hakîkatın ziyasındaki elvan-ı seb’a gibi bir mâhiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevvere’nin hediyesi içinde hakîkat-ı hurmadan yedi nev’ Nuh Bey’in eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi Nur’a tevâfukla, bir makbuliyet işâreti veriyor dedik, Allah’a şükrettik.

Hem o nev’den birisi otuz üç tane olması, o risâlelerin birisi Otuz Üç Pencere olması ve hediye içindeki tesbih üç def’a otuz üç olması, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektubundan otuz üç penceresine muvafakatı; Nuh’u ihtiyarsız, sırf bir vasıta-i zâhirî olarak bize gösterdi. Nuh’a değil, belki Ravza-i Mutahhara’ya karşı minnetdarane, müteşekkirâne baktık.

Sonra o mübârek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nurânî bir sûrette içinden çıkması. Dedik ki: Mâdem o levha-yı mübârek Mu’cizat-ı Ahmediye’ye, o yedi nev’ hurma mârifetullaha ve resâil-i tevhide işâret var. Elbette bu mâ-i zemzem dahi, âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinata dağıtan Kur’ân-ı Mübin’in menba’ı ve birinci mahall-i nüzulü bi’r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’ân’a işâret vardır. Ve alâmet-i makbuliyet olarak telâkki ediyoruz.

Said Nursî


Səs yoxdur