Barla Lâhikası | Mektub 237 | 244
(244-244)

Aziz, Ciddî, Sıddık Kardeşlerim, Hizmet-i Kur’âniyede Samimî Ve Kuvvetli Arkadaşlarım Sabri, Husrev, Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, sizleri hududsuz bir sahrâ-yı hakîkatta bana enîs arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acib sahradaki hareket ve sülûk, ba’zan pek ince ehemmiyetsiz görünen bir şeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zâhir nazarda malayâni zannedilen ba’zı mes’elelerde, fazla takib ediyorum ve ziyâde nazar-ı dikkatinizi celbediyorum. Ezcümle; Onuncu Söz’deki elif tevâfukatı, mühim bir mes’ele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:

Bir iltifât-ı hâssaya gizliden gizliye bir işâret bulunduğunu kat’i hissettiğim için, ihtiyarsız olarak kemâl-i sürur ve ferahımdan taşkıncasına bağırarak, “Aman geliniz siz de görünüz” diyorum. Evet nasılki bir pâdişâhın has bir edna işâretine mazhar olmak, kanun-u umûmîyle bir müşiriyet teveccühünden fazla medâr-ı sürurdur. Öyle de, Hâlık-ı Zülcelâl’in husûsi iltifatını îmâ eden en gizli bir işârete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise, o yolda sarfedilse yine ucuzdur.

İşte bu sırdan gelen sürurun verdiği cezbekârâne taşkınlıkla, dikkatsizlere malayâni ve israf sayılan böyle tevâfukata dâir bahisler açıyorum. İşte bir bahis daha açacağım.

Onuncu Söz, Kur’ân’ın bir sülüsünü inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, hârika bir şu’le-i i’caz-ı Kur’ânîyi gösterdiği gibi; daha müteaddid emâreler ile, ma’nevî i’caz-ı Kur’ân hesabına fevkalâde bir mâhiyeti bulunduğunu icmâlen hissetmiştik. Ve şimdi yeniden tekrar Onuncu Söz’e nazar-ı dikkat-i âmmeyi celbetmek için, ihtiyarsız olarak onunla meşgul edildim ve baktım.

Bu def’a Lafzullah’ın en birinci harfi olan elif, Onuncu Söz’de öyle bir tevâfuk gösterdi ki; kat’iyyen tesâdüfe havale edilmediği gibi, başka emâreler ile o tevâfukta gaybî bir işâreti kat’iyyen hissettim. Sonra işâretlerini koydum. Hem işârete medâr olmak için hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, çok âdi perdeler içinde mühim işâretler verilir, ehli anlar.

Mâdem işâret-i gaybiye var; elbette tesâdüf içinden kaçar, daha hükmedemez, en cüz’î rakamları da o işârete mâledilir. Mâdem mecmûunda işâret var, bütün eczası o işâretin hikmetine tâbi’dir, tesâdüf orada oynayamaz. Hatta yirmi dokuzuncu sahifede Üçüncü Hakîkat’taki elif sayılmamak lâzım gelirken, sehven saymıştım. Sonra anladım ki, bana saydırılmış. Baştaki Onuncu Söz kelimesi ile, şu Üçüncü Hakîkat ikisi sahife başında bulundukları için, hakları sayılmaktı. Onların sâir arkadaşları sahife rakamları gibi ba’zı vazifeyi gördürmek için bir cihette saymak işâreti olarak haberim olmadan bana yazdırılmış. Her ne ise... Kendimin tereddüdü için değil, çünkü, kat’i kanaatım gelmiş. Belki başkasının şübhe ve tereddüdünü izale için ba’zı müvazeneler yaptım:

Onuncu Söz’ün âhirinde yazıldığı gibi, altı yüz sahifeden ziyâde bir mübârek kitabın tevâfukatı yüz yirmi beş çıktı. Üç yüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım, elli tevâfuk çıkmadı. Yine eskiden kendi te’lifâtım Türkçe ve Arabî olan iki yüz seksen sahifeden ibaret bulunan kitabın eliflerini saydım, tevâfukatı kırkı tecavüz etmedi.

Demek bu Onuncu Söz’de ve İşârâtü’l-İ’câz’daki ekseriyet-i mutlakanın tevâfukatı, gizli bir işâret-i gaybiyeyi tazammun ediyorlar. Mecmûunda işâret bulunsa yeter. Her cüz’ünde işâreti göstermek lâzım değildir, fakat her cüz işâretin malıdır ve onun hikmetine tâbi’dir. Size acele edip, en evvelki işâret olunan nüshayı göndermiştim. Az hâşiyeleri sonra ilâve ettik. Bu def’a Süleyman Efendi ile gönderilen nüsha ile mukabele ediniz, tekmil ediniz ve Halil İbrahim Efendi ile gönderilen nüsha ile, yine bu nüsha ile mukabele ederek, sonra Âsım Bey’e gönderiniz.

Bu def’aki Hulûsî Bey’in mektubunu size gönderdim. İşâret ettiğim iki kavs içerisinde bulunan kısım, Yirmi Yedinci Mektub’un Dördüncü Zeylinde yazılacak. Kavsler hâricinde bulunan ve üzerlerine kırmızı çizgi çekilenler yazılmayacaktır. Hâfız Ahmed ve Mehmed Celâl ve Hâfız Veli gibi kalbi cezbeli dostlarıma ve tarîk-ı hakîkatta sâir kardeşlerimize selâm ediyorum. Hâfız Veli ile çendan geç görüştük, fakat Hâfız Veli’nin burada Mehmed Usta isminde, on senelik hâlis bir dostu bulunduğundan ve o Mehmed Usta benim sekiz senedir tarîk-ı âhirette gâyet ciddî bir kardeşim olduğundan, Hâfız Veli’ye de o münâsebetle eski dost nazarıyla bakıyorum. O bana mektub yazmıştı; vakit bulamıyorum ki, mektubuna cevab vereyim. Ehl-i kalb için ba’zan sükût dahi bir konuşmaktır.


Kardeşiniz

Said Nursî

Kardeşlerim, afvedersiniz, bu intizamsız perîşan mektubla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddid işlerle ve tedkikatla meşgul olduğumuz anda, sür’atli bir sûrette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hâli ma’lûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektub perîşan oldu, onun için kusura bakmayınız.

Tevâfuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektubda size böyle bir temsil ile beyân etmiştim: Meselâ, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa, hiç şübhe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte hurûfat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.

Səs yoxdur