Bu acib asrın hayatperest ehl-i dalâleti aldatan, sarhoş eden; fânilerden surî aldıkları zevki gâyet acı ve elîm olduğunu ve ehl-i îmânın ve hidâyetin aynı yerde ve o fânide bâkiyane ve ulvî bir zevki bulunduğunu gördüm ve hissettim, fakat ifade edemiyorum.
Risâle-i Nur’un müteaddid yerinde nasıl isbat etmiş ki, ehl-i dalâlet için, zaman-ı hazırdan maada herşey ma’dûm ve firakların elemleriyle doludur. Ehl-i hidâyet için mâzi, müstakbel müştemilâtıyla mevcûddur, nurludur.
Aynen öyle de, fâniyatta, yani geçmiş muvakkat vaziyetler, ehl-i dünya için fena-yı mutlak karanlıklarında ma’dûmdur, ehl-i hidâyet için mevcûddur, diye gördüm. Çünki eski zamanda çok alâkadar olduğum zevkli veya kıymetli ve şerefli muvakkat vaziyetleri mütehassirâne hatırladım, müştakane arzu ettim.
Neden bu mübârek vaziyetler mâzide kalıp fâni olsun, düşünürken, Îmân-ı Billah nuru ihtar etti ki; o vaziyetler gerçi sûreten fânidirler, birkaç cihette mevcûddurlar. Çünki Cenâb-ı Hakk’ın bâki isimlerinin cilveleri olan o vaziyetler, dâire-i ilimde ve elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı misaliyede bâki oldukları gibi; nûr-u îmânın verdiği bâkiyane münâsebet noktasında fevkazzaman bir vaziyette mevcûddurlar. Sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok ma’nevî sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım. Ve dedim: “Madem Allah var, her şey var” darb-ı mesel cümlesi, bu büyük hakîkatı ifade eder. Kimin için Allah varsa, yani Allah’ı bilse, herşey mevcûddur; kim Allah’ını bilmezse, ona herşey ma’dûmdur, diye delâlet eder. Demek elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zevki, aynı yerde yüz derece ziyâde dâimî, elemsiz bir zevke, sefâhetle tercih edenler, aksi maksûdlarıyla aynı zevkte elîm elemleri alır.