Kastamonu Lahikası | Mektup 119 | 182
(180-185)

 yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra’şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdansûz.

Şimdi her cihete mukabil bir cebheyi alırız, def’ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz, vâesefâ görürüz.

Ki âcize zaîfe. Sâniyen: Nefiste olan hâcatın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ durmayıp bağırırlar görürüz.

Sâlisen: İstimdadkârâne, bir halaskârı için bağırır, çağırırız; ne kimse işitiyor, nede cevab veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garîb. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakîki zevki vermez.

Râbian: Biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş geliyor: Akıl-sûz, evham-sâz!

İşte ey birâder! Bu dalâletin yolu, mâhîyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kerre tarîkımız sırat-ı müstakimdir, hem îmânın yoludur. Delil ve imamımız, inâyet ve Kur’andır, şehbâz-ı edvâr-pervaz.

İşte Sultan-ı Ezel’in rahmet ve inâyeti, vakta bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşîete: Etvâr üstünde perdaz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücûdu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyâz ve namaz.

Şu edvâr ve etvârın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirnâme vermiş, sahifede cebhemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz, pek uhûvvetkârâne istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi’ ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız işitiyoruz âvâz.

Ses Yok