Dördüncüsü: Lâhika’ya giren Ispartalı kardeşlerimizin mektublarının bazılarında, üstadları hakkında ifrat ile tavsifat gördüm. Kendime de baktım, o vasıflardan zekatı da bana düşmüyor, benim hakkım değil. Dedim: “Acaba bu hakîkatperest kardeşlerim çok îkazatımla beraber, bu hüsn-ü zan ifratında hem devamlarında fâideleri nedir?” Kalbe ihtar edildi ki: “Onlar ve memleketleri Isparta havalisi, onların en büyük hüsn-ü zanları derecesinde hüsn-ü zanlarının yümnünü gördükleri için, Beşkazalı Osman-ı Hâlidî ve Topal Şükrü gibi ehl-i velayete iktidaen, o nokta-i nazardan ifrat etmemişler, bir hakîkat görmüşler. Fakat nasıl keşfiyat te’vile ve rü’yalar ta’bire muhtaçtır; husûsî hükümler ta’mîm edilse, bir cihette hata görünür.
Öyle de onlar, Risâle-i Nur’un şahs-ı ma’nevîsinin kendilerine ve memleketlerine ettiği fâideyi, o şahs-ı ma’nevînin mümessillerinden birisi olan üstad dedikleri bu kardeşlerine verip, o memleket hâdisesini umumî bir hâdise nazarıyla bakıp ta’mîm ederek, müfritane bir hüsn-ü zan sûretinde göründü.”
Beşincisi: Hatıra geldi ki, Risâle-i Nur’un eczaları çoktur. Herkes muhtaç olduğu halde bütününü elde edemez. Birden “Hüccetullah-il Baliğa” Mecmûası, hatıra cevab olarak geldi.
Evet Risâle-i Nur’dan kesretli mecmûalar çıkar ki, herbiri küçük fakat kuvvetli Risâle-i Nur olur. Her muhtacın eline geçebilir. Bu münâsebetle, Yirmi beşinci Söz’ün zeyillerini düşündüm. Şimdi benim yanımda dört-beş nüsha var, zeyilsizdirler. Mübâreklerin bu def’a gönderdikleri nüshanın zeylinde Rumûzât-ı Semâniye fihristesinden noksan alınmış Sûre-i
ve
daki on üç elif, parmak ile ve Fatiha’da on üç el ile işaretleri ve
İnna enzalna
işareti gibi ehemmiyetli parçalar yoktur. Dünkü gün
âyetine dâir Yirmi dokuzuncu Mektub’un âhirinde, seyahat-ı hayaliye ve seyr-i kalbî risâleciğini okudum. Ve Birinci Şuâ’da bu âyet, Risâle-i Nur’a işaretini tahattur ettim.