Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde! Sinek seyretmez âsumanı.
Zîra o kırk enva’-ı i’cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır; İşarat-ül İ’caz’da sıkışmadı tibyanî.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyâde. Ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!
Kâmilîn insanların zevk-i meâlîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabîat sâhibine hoş gelmez.
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla Kur’anda olan letâif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakîkat. İşte yabanî edebse hamâset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev’î beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakîki bilmez.
Şehvet-engiz bir zevki nefisler de zerkeder. Tasvir-i hakîkat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz;
Bir sıbga-i Rahmanî sûretinde görmez. Belki tabîat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini, aşk-ı tabîat olur. Maddeperestlik hissini, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ızdırabâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim; hakîki fayda vermez.