Kastamonu Lahikası | Mektup 120 | 192
(186-193)

Tek bir ilâcı bulmuş; o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zâhiren der: “Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakîkatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabîat cihetinde bakmıyor, belki bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâni’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi, rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edebse, fakd-ül ahbabdan, sâhibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.

Zîra sağır tabîat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez,

O sûrette gösterir. Hem de mahzunu tutar, sâhibsiz de olarak yabanîler içinde koyar; hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur; belki daha dönemez.

Dinle
-