Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetîmâne değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabîat yerine, şuurlu hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi; tabîattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine; inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyan. Onun için kâinat, bir vahşetzar sûret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem’iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istînas, o cem’iyet içinde mahzunu vaz’ ediyor. Bir hüzn-ü müştâkane, bir hiss-i ulvî verir; gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir: O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha ferah veremez.
Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binâen, şeriât-ı Ahmediye (A.S.M.) lehviyatı istemez.
Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip... Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetîmî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.