Denizli ve Emirdağ Lahikaları I -II | Mektup 32 | 101
(100-101)

Kat’iyyen biliniz ki, İnsanın çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemâl-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’i gibi çok hadisat-ı acibeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hadisatın yüz def’a daha mucib-i merak ve ruhani, ma’nevî zevklere medâr hâdiseler var. Bu hakîki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakîki fail ve mucid olmak şartiyle olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet; şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin, onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin Rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, ta dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divânelik olduğu tarif edilmez!..

Hem îman ve hakîkat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakîki vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş dâire ise siyaset dâiresidir. Hususan böyle umumî ve mücadele sûretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir îman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbânîyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, îman sönmesin, akıl tabiat ve tesadüfe saplanmasın. Hattâ ehl-i hakîkat, hakîkat ve marifetullahı bulmak için, kesret dâirelerini unutmaya çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzımken; merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düstûrlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi îmanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benziyen mücahidinden, selef-i salihinden başka; siyasetçi, ekserce tam muttaki dindar olamaz. Tam ve hakîki dindar, muttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yâni maksat-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakîki dindar ise, bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir diye siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakîkata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.

Ses Yok