Denizli ve Emirdağ Lahikaları I -II | Mektup 55 | 133
(132-133)

Meselâ: Risâle-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i îmana fevkalâde kuvvet-i îmaniyeyi te’min etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velâyete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakîki şâkirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-ı kalbiyelerini te’min eden üstadlarının fevkalâde makamı ve mes’elelerde hükümleri yerine Risâle-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri o müridlerinin kanaatlarından çok ziyâde şâkirdlerine kanaat verdiği gibi; bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaatı ise, husûsi ve şahsî kalır.

Hattâ İlm-i Mantıkda “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir. Mantıkça yakîn ve kat’iyeti ifade etmiyor; belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i Mantıkta bürhan-ı yakînî hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerhedilmez delile bakar ki; bütün Risâle-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır. Çünkü ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sulûk ve riyazetle gördüğü hakîkatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakâik-i îmaniye, aynen onlar gibi Risâle-i Nur; ibadet yerinde, ilim içinde hakîkata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakîkat-ül hakâika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akîde ve Usul-id Din içinde bir velâyet-i Kübrâ yolunu açmış ki; bu asrın hakîkat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır. Teşbihte hata olmasın, nasıl ki Kur’ânın gâyet kuvvetli ve mantıkî hakîkatı, sâir dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinâd oldu, taklîdî ve aklın haricindeki usullerini de bir derece muhafaza etti.

Aynen öyle de: Bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risâle-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i îmanın taklîdî olan îmanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i îmana bir nokta-i istinâd ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kal’a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalâletler içinde, yine avâm-ı mü’minin îmanını, şüphelerden ve İslâmiyetini, hakîkatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.

Evet her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i îman, bu zamanın çok dehşetli dalâletinin galebesinden; acaba İslâmiyette bir hakîkatsızlık mı var ki, sarsılmış diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risâle çıkmış, îmanın bütün hakîkatlarını kat’î isbat eder, felsefeyi mağlûp edip zındıkayı susturuyor diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zail olup îmanı kurtulur ve kuvvet bulur.

Ses Yok