Denizli ve Emirdağ Lahikaları I -II | Mektup 381 | 469
(468-471)

Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnâyet-i İlâhîye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i îmaniyeye mebde’ olmak için Kur’ân’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risâlelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle te’min ediyorum ki, bütün hayatımda geçen o hârikalardan dolayı ben kendimde kat’iyyen bir kabiliyet ve bir meziyyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir deha veyahut fevkalâde bir velâyet, belki kendi kendimi idare edecek ve hayat-ı içtimâîye ile münâsebetdar olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi zâhiren hodfuruşluk gibi ba’zı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım hâricinde halkların hüsn-ü zannını tekzib etmemek için bir nevi hodfuruşluk gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi hakîkatte olmadığını ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilaf-ı hakîkat telakki ediyordum. Fakat Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki yetmiş-seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlâhîyye ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işâret edeceğim. Ve çok nümunelerinden bir kısım nümunelerini beyân ediyorum:

Birinci Nümune: Medrese usûlünce hiç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakâik-i dîniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said’de, değil hârika bir zekâ veya bir ma’nevî kuvvet; belki bütün isti’dâd ve kabiliyetinin haricinde bir acib tarz ile bir-iki sene Sarf ve Nahiv mebadisini gördükten sonra, üç ayda acib bir tarzda kırk-elli kitabı güya okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet göründü.

Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet ulûm-u îmaniyeyi üç-dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’ânî çıkacak ve o biçâre Said de onun hizmetinde bulunacak işâretiyle; hem bir zaman gelecek ki, değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u îmaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmiyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işâret-i gaybiye gibi ma’nalar hatıra geliyor.

İkinci Nümune: O eski zamanda, Said’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevab vermesini; hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkil suallerine doğru cevap vermesini, ben kat’iyyen itiraf ediyorum ve itikad ediyorum ki: O hal ne hârika zekâvetimden ve ne de acib isti’dâdımdan neş’et etmiş değildir.

Ses Yok